"Muhafazakarlaşan Türkiye" Hakkında Yersiz Endişeler
[[3 Nisan 2004 tarihli Zaman gazetesinde yayınlandı]
"Türkiye inanılmaz bir hızla muhafazakârlaşıyor!” Milliyet'in genç kalemi Ece Temelkuran, seçim günü yayınlanan yazısında böyle diyordu. Ancak bunu sadece bir “tespit” olarak değil, bir “alarm sinyali” olarak duyuruyordu. Toplumdaki belirli bir kesimin düşünce ve duygularını ifade eden bu “alarm sinyalini” ciddiye alıp incelemek gerekiyor.
'Türkiye inanılmaz bir hızla muhafazakârlaşıyor!”Milliyet'in genç kalemi Ece Temelkuran, seçim günü yayınlanan yazısında böyle diyordu.
Ancak bunu sadece bir “tespit” olarak değil, bir “alarm sinyali” olarak duyuruyordu. Ece Hanım'a göre, “muhafazakârlaşan Türkiye”, yakında muhafazakâr olmayan seçkinlere yaşam alanı bırakmayacaktı: “Bana sorarsanız pek yakında, birkaç yıl içinde, bu gidişin yönünü değiştirecek bir şey olmadığı takdirde, biz bu ülke için bir şeyler yapmak istesek bile, bu ülke bizi istemeyecek. Hani bünye kendine yabancı olanı kusar ya, tepki öyle bizi de kusacak.”
Toplumdaki belirli bir kesimin düşünce ve duygularını ifade eden bu “alarm sinyalini” ciddiye alıp incelemek gerekiyor. Acaba bu endişe, var olan gerçekliğin doğru bir biçimde yorumlanmasından mı, yoksa önyargıya dayalı bir evhamdan mı kaynaklanıyor?
Dindarlık cehalet değildir...
Ece Hanım, söz konusu yazısında Türkiye'deki pek çok olumsuzluğu haklı bir biçimde eleştirmektedir. Toplumdaki sayısız olgu ve olayda ortaya çıkan cehaleti yermekte, “popçu ve topçu olmaktan başka hiçbir şey beceremeyecek” insanların çoğunluk haline gelmesine isyan etmektedir. Kendisine katılmamak, mümkün değildir.
Ancak katılmanın imkansız olduğu bir yorumu, muhafazakârlık (veya dindarlık) ile cehalet arasında doğrusal bir ilişki kurmasıdır. Şöyle yazmaktadır: “Kitapların giderek daha az okunması, insanların giderek daha çok dinle haşır neşir olması, töre cinayetlerinin ve ensestin artması... Bunların hepsi normal mi yani?”Buradan; kitap okumama, dindarlığın artması, töre cinayetleri ve ensestin, Ece Hanım'a göre aynı sorunun parçaları olduğu anlaşılmaktadır. Peki gerçekten öyle midir?
Önce “kitapların giderek daha az okunması”nı ele alalım. Gerçekten “insanların giderek daha çok dinle haşır neşir olması”nın nedeni, kitap okumamaları mıdır? Eğer Ece Hanım “dinle daha çok haşır neşir” olan insanlar hakkında biraz daha objektif bir gözlem yapma fırsatı bulsaydı; bu eğilimlerinin okumamaktan değil, aksine okumaktan kaynaklandığı kanısına varabilirdi. O zaman, Türkiye'de ve tüm dünyada 1980'lerin başlarından bu yana yükselen dinî hareketlerin, modernizmin yanılgılarını ortaya koyan dindar entelektüellerden güç bulduğunu fark ederdi. Kabul ederdi ki, Türkiye'de okuyan, yazan ve fikir üreten oldukça ciddi bir “muhafazakâr kesim” ve de “İslami yayıncılık” diye belirgin bir olgu vardır.
Ece Hanım'ın yorumunun diğer kısmı, yani “töre cinayetleri ve ensest” ile dindarlık arasında üstü kapalı olarak varsaydığı paralellik ise, daha da çarpıcı bir hatadır. “Töre”, dinin değil geleneğin ürünüdür. Dahası, İlahi dinlerin tarihini inceleyen herkes, bu dinlerin en büyük mücadelelerinden birinin “töre”ye karşı verildiğini görebilir. Hz. İsa, Yahudilerin pek çok töresine karşı çıkmış ve İncil'e göre, Yahudi ruhbanlarını “geleneğiniz uğruna Tanrı'nın sözünü geçersiz kılmış oluyorsunuz, ey ikiyüzlüler” diye eleştirmiştir. (Matta İncili, 15, 6) Hz. Muhammed ise, Kuran'ın emirleri gereğince, Arap toplumunun pek çok töresini yıkmıştır. Bunların arasında, kadınların aşağı varlıklar olarak görülmesi ve kız çocukların bir utanç nedeni sayılması gibi bağnazlıklar vardır. (Kuran, 43, 17) Ve İslam, bilindiği gibi, o devrin “töre cinayeti” olan kız çocukların diri diri toprağa gömülmesi vahşetini ortadan kaldırmıştır.
Günümüzdeki “töre cinayetleri” de, İslam'a göre hiçbir meşruiyet taşımaz; aksine suçsuz bir insanın öldürülmesi anlamına geldiği için, çok büyük bir suçtur. Her üç dine, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'a göre, suçsuz tek bir insanın öldürülmesi, tüm dünyanın öldürülmesi gibidir.
Muhafazakârlık, köylülük müdür?
Ensest ise, aslında söylemeye bile gerek yoktur, her üç dinde büyük bir günah olarak kabul edilir. Ensest, din nedeniyle değil, ancak ona rağmen yapılabilir. Kısacası, kitap okumama, dindarlığın artması, töre cinayetleri ve ensest arasında kurulan paralellik, tümüyle hayalîdir. Var olan gerçekliğin doğru bir biçimde yorumlanmasından değil, önyargıdan kaynaklanmaktadır.
Söz konusu önyargı, muhafazakârlığın (veya dindarlığın) köylülükle eşdeğer görülmesinden doğmaktadır. Ece Hanım, “köylülük (köylüler değil!) kötüdür! Köylülük tutucudur; aynılaşmadır; ikiyüzlülüktür; ahlaksızlıktır” demektedir. Bu saydığı kötülüklere karşı çıkmakta da son derece haklıdır. Sorun, muhafazakârlığı, söz konusu kötülüklerin bir ifadesi olarak algılamasıdır. Bu algı, “Beyaz Türkler” arasında hayli yaygındır. Bir o kadar da yanlıştır.
Önce bu algının nereden doğduğunu açıklayalım: Türkiye, 20. yüzyılın başından bu yana hızlı bir modernleşme süreci yaşamaktadır. Ancak bu süreçte önemli bir sorun vardır: Sürecin hemen başlarında, erken 20. yüzyıl Avrupa'sı örnek alınmış, buna göre bir model benimsenmiş; ancak sonra modelde hiçbir revizyon yapılmamıştır. Bu nedenle, bugün kendilerini “ilerici” sayan pek çok kişi, aslında 1920'lerin, 30'ların Avrupa'sına egemen olan düşünce kalıplarına sahiptir. O dönemin önemli bir yanılgısı olan, sonraları terk edilen pozitivizme hâlâ inanmaktadırlar: Bilimin ilerlemesi, toplumun modernleşmesi ile dinî inançların da ortadan kalkacağını sanmaktaydılar. Ama tersine bir gelişim oluştu.
Türkiye'nin kimi “ilericileri”nin din hakkındaki yanlış algısı ise ülkeyi kendilerince modernleştirmeye çalışırken, dindarlığı da silmeye veya en azından “göz önünden uzaklaştırmaya” kalkmalarına neden olmuştur. Modernleşme pozivitizme bağlı olarak tanımlandığı için; modernleşen kesimler sekülerleşmiş, dindarlık ise modernleşme trendinden uzakta kalan “taşra”da yaşam alanı bulabilmiştir. Kentli seçkinlerinin çoğunun materyalist; taşra insanlarının çoğunun ise “muhafazakâr” kalmasının nedeni budur. Bu da, sosyolojik terimlerle, “merkez” ile “çevre” arasındaki çelişkiye eklemlenmiştir. 1950'den bu yana, “çevre” aşamalı olarak “merkez”e taşınmakta, görünür hale gelmekte, kamusal alana adım atmakta; bu da “merkez”de endişe yaratmaktadır. “Beyaz Türkler” kuşatılma duygusu yaşamaktadırlar.
Ancak beyaz Türklerin göremedikleri çok önemli bir nokta vardır: Din, özellikle de İslam, kentliliğe ters değil, aksine ona uyumludur. Kur'an'da, dinin, göçebe bedeviler tarafından anlaşılmasının zor olduğuna işaret edilir. İslam tarihinin büyük bölümünde de, din asıl olarak kentlerde gelişmiştir. Tokyo Keizai Üniversitesi'nden Ortadoğu Araştırmaları Profesörü Yuzo Itagaki, bu nedenle “İslam'ın temel özelliklerinden birinin kentlilik olduğunu” söyler.
Türkiye'de bunun tersi olan “patolojik” bir tablo oluşmasının nedeni, yukarıda açıkladığım pozitivist modernleşme anlayışıdır. Bu modernleşme anlayışının yanlışlığı ortaya çıktıkça da; okuyan, düşünen, eğitimli, görgülü insanların temsil ettiği modern bir “muhafazakârlık” yükselmektedir. Bu, demokrasi, insan hakları, kültürel çoğulculuk gibi çağdaş değerleri, sözde “ilerici”lerden çok daha güçlü bir biçimde savunan bir muhafazakârlıktır. Savunduğu bu çağdaş değerler nedeniyle de, “kültürel tekilciliğe” inanan “ilericiler”in varsaydığından çok daha hoşgörülüdür.