"İslam ülke ve toplumunda yaşayan Müslümanlar 'Benim din ve ahlak anlayışım geleneksel ve çoğunlukça benimsenmiş olandan farklı' diyerek 'içki içemez, zina yapamaz, faiz yiyemez, cumayı ve devamlı olarak cemaati terk edemez, tesettürsüz dolaşamaz... Laik demokratik düzende... müdahale, kınama, ıslah vazifelerine gelince, bu noktada sistem ne kadarına imkan veriyorsa o kadarı yapılır, yapılamayan kısım ise benimsenmez, ama istemeyerek tahammül edilir."Yani, Müslümanların düzenli namaz kılması ve tesettüre girmesi gibi hükümler, "İslam ve ülke toplumunda" icbar edilir; zorla yaptırılır. Laik demokratik düzende ise "sistem ne kadarına imkan veriyorsa o kadarı" yapılır bu işin. Bireysel özgürlük kavramına inanan bir insanın bu yaklaşım karşısında dehşete kapılması kaçınılmaz. Ancak Hayrettin Karaman hocanın da geleneksel fıkıh açısından haklı olduğuna kuşku yok. Peki ne olacak bu durumda? Bireysel özgürlük fikri ve İslami idealler kaçınılmaz olarak çelişecek mi? Ben, böyle bir çelişkinin varlığını gördüğüm ama bunun kaçınılmaz olmadığını düşündüğüm için "Özgürlüğün İslami Yolu" adlı bir kitap yazdım. Orada vurguladığım hususlardan biri, ibadetleri zorla yaptırmaya yönelik hükümlerin Kur'an'da değil, Kur'an-sonrası kaynaklarda yer aldığıdır. (Onun için Kur'an meallerine "parantez" gerekmektedir!) Aynı kitapta vurguladığım bir diğer husus, Kur'an'daki "iyiliği emredip kötülükten men etme" emrinin - ki "icbar" isteyenlerin temel dayanağıdır - tefsir biçiminin zamanla otoriterleştiğidir. Kur’an’ın ilk dönem tefsircilerinden Ebu el-Aliya, “iyiliği emretme”nin yalnızca insanları “şirkten İslam’a çağırma”yla ilişkili olduğunu ifade etmiştir mesela. Ondan iki yüzyıl sonra yazan Taberi ise “iyiliği emretme”nin Allah’ın ve Peygamberinin emrettiği her şeye baktığını savunmuştur. Yani zorla namaz, zorla tesettür, zorla haramdan sakındırma... Benim naçiz kanaatim ise, bu zor devirde bu mühim meselenin yeniden düşünülmesi gerektiğidir. Çünkü sayısız sosyolojik örnek bize gösteriyor ki, dinin icbar edilmesi, insanları dindarlaştırmamakta, aksine dinden soğutmakta yahut ikiyüzlü kılmaktadır. İslam fıkhının önündeki modern insan malzemesi, itaatkâr değil sorgulayıcıdır. Baskıyla değil, teklif ve örnekle irşad edilebilir. (Bediüzzaman'ın tabiriyle "Medenilere galebe ikna iledir.") Bunu ıskalayan Müslümanların İslam'a hizmet niyetiyle ona zarar vermesi ise kuvvetle muhtemeldir.
'Dinde zorlama' meselesi
Üç hafta önce Malezya'da düzenlenen "İslam ve Özgürlük" temalı bir konferansın konuşmacısıydım. Benden önceki takdimde okunan bir Kur'an ayeti meali, dikkatimi çekti. Çünkü Bakara Suresi'nin 256. ayetindeki meşhur "Dinde zorlama yoktur" hükmü, şöyle çevrilmişti:
"Din(in kabul edilmesin)de zorlama yoktur."
Buradaki parantezin niçin eklendiğini tahmin etmekte zorlanmadım. Çünkü "dini kabul etmekte" bir zorlama olmadığı, Müslümanlar arasında ortak görüş. Ancak "dinin içinde" zorlama gerektiğini düşünen çok Müslüman var. (Dine bir kez girdikten sonra ondan çıkmanın idamlık suç olduğunu düşünenler de cabası.)
"Dinin içinde zorlama"dan neyi kast ettiğimi de açayım. İnsanlar, "Tabii ki her din gibi İslam'ın da kuralları var; tabii ki her Müslüman bunlara uymaya mecbur" diyebilir. Bir anlamda haklı da olurlar: İslam'da pek çok emir ve yasak bulunduğuna kuşku yoktur. Ama kritik soru, bunlara uyma mecburiyetinin hesabını kimin soracağıdır. Sadece Allah mı? Yoksa aynı zamanda devlet, toplum ve diğer Müslümanlar mı?
Geçen Pazar günü Yeni Şafak okuyordum ki, baktım, Hayrettin Karaman hoca köşesinde tam da bu konuyu yazmış. İki farklı düzenden söz ederek şöyle demiş: