Muhterem Cemaat,
Biliyorum, şu günlerde büyük bir saldırı altındasınız. İktidar ve propaganda araçları neredeyse her Allah’ın günü size ağır hakaretler, olmadık ithamlar yağdırıyor. Size mensup ve sizle “gönül bağı” olan polisler, gazeteciler tutuklanıyor. Bunları ellerini ovuşturarak seyredenler, “daha onbinlerce kişi tutuklanacak, hapishaneler dolacak” diye sevinenler var. Hukuki gerekçelere yaslansa da, aslen intikam duygusuyla süren bir “cadı avı”nın hedefindesiniz. Bu linç kampanyası karşısında sizin hukukunuzu savunmak da her prensip sahibi insanın görevi.
Gelgelelim, bu vahim tabloda sizin de ciddi bir vebaliniz var. Evet, bugün mağdursunuz; ama bu mağduriyete giden yolun taşlarını kısmen siz döşediniz. Dahası, bu bataklıktan çıkmak için yeni bir yol tutmanız ve bunu diğer insanlara ikna edici bir şekilde göstermeniz şart.
İzin verin, anlatayım. Sizin tabirinizle “Hizmet Hareketi”ni seven, oradaki nice insanın iyiliğine ve fedakarlığına şahit olan, okulları ve diyalog kurumlarını takdir eden, dahası hem bu hareketin hem de Türkiye’nin düzlüğe çıkmasını çok isteyen bir insan olarak anlatayım.
Meselenin özü şu: Sizin bir şeffaf ve görünen realiteniz, bir de ketum ve kapalı bir realiteniz var. Birinci tarafta okullar, dersaneler, hayır kurumları, diyalog faaliyetleri var. İkinci tarafta ise polis, yargı ve bürokrasi içindeki kadrolarınız. Ben, bu “devlet içinde örgütlenme” stratejisinin kökenini anlıyorum. Türkiye eskiden tüm dindarları potansiyel düşman bilen ceberrut bir “laik” kadronun elindeydi. Evlerde toplanıp Risale-i Nur okudukları için basılıp göz altına alınırdı insanlar. Siz ise “bu devletin içine girelim ki onu dönüştürelim” dediniz. “Alnı secdeye değen polisler, savcılar, hakimler, subaylar olsun” dediniz.
Fakat, bakın, bu “devlet içinde örgütlenme” stratejisinin çok fena iki sonucu oldu son on yılda. Bir, giderek güçlenen bu devlet gücü, AK Parti’nin de teşvik ve desteğiyle, düşman bildiği kesimlere karşı “cadı avları” başlattı. Ergenekon ve Balyoz davalarında onlarca gazeteci, yüzlerce subay yıllarca suçsuz yere hapis yattı. Dahası bu davalarda sahte deliller üretildiği, kumpaslar kurulduğuna dair çok güçlü işaretler ortaya çıktı. Bunun sonucunda geniş toplum kesimleri size öfke duydu, düşman oldu.
İki, tüm bu işleri niçin yaptığınız, devlet iktidarına niçin bu kadar talip olduğunuz sorusu, istifhamlar, kuşkular, komplo teorileri üretti. Dünyanın en paranoyak toplumlarından biri olan Türkiye’nin bu olguyu “dış güçlere” bağlaması işten bile değildi. Hele de dünyayı “Yahudi komploları” ile okumaya zaten çok teşne olan bizim İslamcılar, sizi “Siyonist maşa” olarak algılamakta gecikmedi.
Sizin hakikaten tuhaf bir “İran düşmanlığı” yürütmeniz, MİT başkanıyla uğraşmanız, “barış süreci”ne ayar vermeye kalmanız da tüm bu istifhamlara bolca malzeme verdi.
Yine de ben, hüsn-ü zan ilkesini de devreye sokarak, bu “devlet içinde örgütlenme” stratejisinin altında “devlete hakim olmazsak, iman hizmetlerimizi koruyamayız” fikrinin yattığını düşünüyorum. Ama bakın, asıl devlete hakim olma çabanız yüzünden tehlikeye girdi hizmetleriniz. Ankara’daki kavganız, Afrika’daki okullarınızı riske attı. Bediüzzaman niçin “siyaset”i “şeytan” kadar tehlikeli görmüş de ondan Allah’a sığınmış; insan hatırlamadan edemiyor.
Bu noktada diyebilirsiniz ki, “kardeşim şu an mesele biz değiliz, AKP; onu bunu bırak, giderek diktatörleşen Erdoğan’a bak…”
Oysa, olay bu kadar basit değil. Çünkü AK Parti’nin son 1-2 yılda giderek daha paranoyak ve agresif hale gelmesinde sizin de büyük “katkınız” var. Sizin niteliği bir türlü tam anlaşılamayan, inkar edildikçe daha da sırıtan devlet-içi örgütlenmeniz, hem iktidarı paranoyaklaştırıyor hem de ona eşi bulunmaz bir otoriterlik bahanesi sağlıyor. Toplumun çok geniş bir kesimi, bazı entelellektüeller dahil, “bu olağanüstü tehdit karşısında olağanüstü tedbirler lazım” diye düşünüyor.
Mesela şu “Fuat Avni olgusu”na dışarıdan bir bakın Allah aşkına... Erdoğan’ın yakın çevresinden dışarıya “istihbarat” sızdıran bu hesap gördüğüm kadarıyla sizi motive ediyor. (“Tanımıyoruz” diyor, ama nedense aşkla benimsiyorsunuz.) Karşı taraf ise, bu olguya baktıkça, “adamlar hala ne kadar örgütlü, devlete ne kadar da sızmışlar, temizle temizle bitmiyor” diyor. Kısır döngü derinleşiyor.
Yanlış anlamayın; size “Erdoğan’a biat edin” demiyorum. İktidara muhalefet etme hakkınız elbette var. Hatta bir muhalefet odağı olarak iyi ki varsınız; iktidarın giderek daha fazla tahakküm ettiği Türk medyasında sizin gazete ve televizyonlarınız birer “kurtarılmış bölge” gibi duruyor. Alternatif sağlıyor. Ama asıl mesele, bu “devlet içinde örgütlenme” stratejisinin ne olacağıdır. Bununla yüzleşiyor musunuz? Mağdur ettiğiniz insanlarla helalleşmeye niyetli misiniz? Geçmişte kalmış bir hikaye mi artık bu? Yoksa, “şu AKP devrini atlatalım, kaldığımız yerden devam ederiz” mi diyorsunuz?
Bu sorular, bugün AK Parti’ye muhalefet için geçici olarak yanınızda duranlar dahil, hemen herkesin aklındaki sorulardır. Samimiyetle ve ikna edicilikle cevaplanmadığı sürece de hem sizi şaibe altında bırakacak, hem de Türkiye’deki gidişatı daha da vahimleştirecektir.
“Her vatandaş gibi Hizmet mensupları da devlette iş bulur” basitliğiyle geçiştirebilecek bir mesele değildir bu. Mesele, devlet gücünü kullanan Hizmet mensubunun, resmi hiyerarşiye uyan bir “birey” mi olduğu, yoksa bir “şahs-ı manevi”yi mi temsil ettiğidir. İkincisi, yanlıştır. Ve sadece devlet için değil, bizzat söz konusu şahs-ı manevi için yanlıştır.
Çünkü, Bediüzzaman’ın dediği gibi, bir elinde “nur” (yani iman hizmeti) olan kimselerin öteki elinde “topuz” (yani devlet gücü) olmaması gerekir. “Topuz”la korkuttukları insanları “nur”dan da kaçırırlar yoksa. Yahut ellerinden kaçırdıkları “topuz”, bu sefer silah olarak kendilerine döner.
Haksız mıyım? Olan tam da bu değil mi? Eline iktidar geçtiğinde kötü bir sınav veren sadece AK Parti değil, aynı zamanda siz değil misiniz?
Eğer bu konularda gerçek bir öz eleştiriye ve dahası “özünü yeniden tanımlama”ya giderseniz, hem bize, hem kendinize, hem de Türkiye’ye çok büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Allah rızası için bir düşünün.
Eleştirel Bir Dostunuz