Türkçe Yazılar

Geçmişe Özlem ve Geleceğe Dersler

Sizi bilmem, ama şu tatsız günlerde ben eskiye özlem duyuyorum biraz.

Örneğin bir on yıl öncesine nostaljiyle bakıyorum: Türkiye’de iktidarın Kemalist statükonun elinde olduğu, muhafazakârların da bu otoriter güce karşı hak ve özgürlük mücadelesi verdiği günlere… “Başörtüsü haktır, her yerde serbest olmalıdır” diye gayret ettiğimiz zamanlara… Kemalist otoriterliğin kendisini özlüyor değilim elbette. Sadece o zamanki muhafazakar tabloyu özlüyorum. Otoriter devleti haklı olarak eleştiren, diğer mağdurlarla veya hürriyetperverlerle elele veren, dahası kendi içindeki ayrışmaları bir kenara bırakmış, genel bir “demokratikleşme” hedefinde birleşmiş muhafazakar camiayı… Sonra, mâlum, “demokratikleşme” yaşandı hakikaten. Devlete 90 yıldır hakim olan oligarşik yapı mağlup oldu. Bu sayede siyaset üzerindeki vesayet kalktı. Bürokrasi içinde de eskiden cüzzamlı gibi dışarıda tutulan kesimlere yol açıldı. Muhafazakârlar onyıllardır dışında veya kıyısında tutuldukları devlete hakim oldular. Peki iyi mi oldu? Bu sorunun kolay bir cevabı yok. Pek çok iyi şey oldu kuşkusuz. Evvela, muhafazakâr kesim üzerindeki laikçi baskılar ortadan kalktı, dini hayat serbestleşti. Dahası, başta Kürtler olmak üzere, toplumun diğer “ötekileştirilmiş” kesimleri de önemli kazanımlar elde etti. İktisadi kalkınma da cabası. Ancak, eğri oturup doğru konuşmak gerekir ki, yaşanan bu dönüşümün bazı maliyetleri de oldu. Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kurunun yanında yaş da yandı ki, beş sene önce muhafazakâr dünyada çok marjinal bir itiraf olan bu gerçek bugün çok daha yaygın kabul görüyor. Dahası, olayları nasıl açıklarsanız açıklayın, (eskiden Kemalistlerin “asker” gücüne yaslanması gibi) “polis” gücüne fazlasıyla yaslanan bir muhafazakâr portresi ortaya çıktı. Mağdur olan değil, mağdur eden muhafazakâr algısı gelişti. Dahası, aynı “demokratikleşme” süreci sayesinde birisi siyasi diğeri bürokratik alanda devlete kavuşan iki muhafazakâr yapı arasında çok geçmeden büyük bir kavga başladı. Geçmişte yaşanmış tüm gerilimleri gölgede bırakacak kadar çetin bir kavga. Bugün olayların sıcaklığı içinde nasıl bakarsanız bakın, dışardan bakanlar ve gelecek nesiller, “muhafazakar iktidarın krizi” olarak yorumlayacaktır bu tabloyu. Hem her iki tarafına hem de tüm memlekete çok zarar veren bu kavgadan bir hayır çıkması ise, ancak bazı dersler çıkarılmasıyla mümkündür. Bu açıdan (ve kimseye “çakmak” veya “mesaj vermek” niyeti olmadan) şu fakirin bazı gözlemleri şunlardır: - Muhafazakârların “devlet gücü” meselesini yeniden düşünmesinde fayda vardır. Kemalistlerin elindeyken çok eleştirdiğimiz devlet gücünün, “hakkaniyetli” insanların eline geçmesi yetmemektedir. Çünkü o insanlar da beşeri zaaflarla maluldur. Dahası, gücün onların elinde olması, toplumun diğer kesimlerinde endişeler, tepkiler, öfkeler üretmektedir. Bu, iç barışı zedelediği gibi, “hakkaniyetli” insanların temsil etme iddiasında olduğu hakikatlere dahi gölge düşürmektedir. - Muhafazakârların “tesanüd” (dayanışma) ilkesini  yeniden düşünmesinde fayda vardır. Bu, sivil alanda büyük başarılar getiren bir enerji üretse de, devlet alanında ürkütücü bir “asabiye”ye dönüşmekte ve diğer insanlarda garez üretmektedir. Devlet gücünün niçin “şeffaf” ve “profesyonel” biçimde kullanılması gerektiği baştan düşünülmelidir. - Muhafazakârların, 19. yüzyıl Avrupası’dan ithal anti-Semit komplo teorileri yahut “ilerlemeci” ve “Mesiyanik” tarih anlayışları yerine, bizzat kendi geleneklerinde yer alan “İbn-i Haldun sosyolojisi”ne itibar etmeleri lazımdır. Bilhassa da, İbn-i Haldun’un şartların insanları nasıl dönüştürdüğünü açıklayan “çevrimsel” tarih görüşüne…  
All for Joomla All for Webmasters