Bush, Amerika Ve Din
[17 Temmuz 2004 tarihli Zaman gazetesinde yayınlandı]
Gelecek kasım ayındaki başkanlık seçimi, sadece ABD'nin değil tüm dünyanın geleceğini etkileyecek bir dönüm noktası. Daha öncekilere kıyasla çok daha çekişmeli ve kavgalı geçecek olan seçimde, Cumhuriyetçi (yani muhafazakar) Başkan Bush'un karşısında Demokrat (yani liberal) John Kerry var.
2000 yılında yapılan bir önceki başkanlık seçimi öncesinde, adayların politikaları arasında çok az fark olduğu fikri yaygındı. George W. Bush ile rakibi Al Gore arasında, savundukları politikalardan çok kişisel farklılıklar dikkati çekiyordu. New York'taki ofisinde bir araya geldiğimiz siyaset bilimci Benjamin Barber, geçen dört yıl içinde tablonun tümüyle değiştiğini vurguluyor. Barber'a göre "bugün ülke tam ortadan ikiyi bölünmüş durumda ve iki başkan adayının görüşleri arasında dağlar kadar fark olduğunu herkes biliyor."
Michael Moore faktörü
Seçim atmosferinin dikkat çekici bir yönü, çekişmenin "Bush taraftarları" ile "Kerry taraftarları" arasında değil, aslında "Bush taraftarları" ile "Bush nefretçileri" arasında geçmesi. Bunun bir nedeni, John Kerry'nin çok da karizmatik bir portre çizmiyor olması. Diğeri ise Bush politikalarının büyük tartışma yaratması. Herhangi bir kitapçıya girip siyasi gündemle ilgili raflara baktığınızda, bu durumun net bir fotoğrafını görebiliyorsunuz. Bir yanda Başkan Bush'u ve onun politikalarını hararetle savunan, diğer yanda ise Bush'u Amerika'nın başına gelmiş en büyük felaket olarak gösteren kitaplar var. İkinci türden kitapların bazılarının başlıkları şöyle:
- George W. Bush'un Yalanları
- Bush Nefretçisinin El Kitabı
- Bush Yalanlarının Ardındaki Strateji ve Medyanın Size Bunu Neden Söylemediği
- Watergate'ten Bile Daha Kötü: Bush'un Gizli Başkanlığı
- Sağcıların Propaganda Makinesi ve Gerçeği Nasıl Gizledikleri
Öte yandan Bush taraftarları da Başkan'ın politikalarını savunan ve "liberal medya"nın ne büyük yanılgılar içinde olduğunu anlatan kitaplar yazmış durumdalar: "Faydalı Aptallar: Liberaller Soğuk Savaşı Nasıl Yanlış Anladılar ve Neden Hâlâ Amerika'yı Suçluyorlar?" veya "Amerikan Sağı Hakkındaki Liberal Yalanlar" gibi.
Bush'un karşısındaki en büyük rakibin aslında John Kerry değil de, yazdığı kitaplar ve en son olarak da çevirdiği "Fahrenheit 9/11" adlı filmiyle ülke gündemini sarsan Michael Moore olduğunu söylemek mümkün. Moore'un filmi şu sıralar ABD'de gösterimde ve büyük ilgi topluyor. Filmde, Kongre üyelerinin altına imza attıkları teröre karşı mücadele yasasını hiç okumadıkları veya petrol şirketlerinin Irak Savaşı'na dayalı ne gibi kâr hesapları yaptıkları gösteriliyor.
Film ayrıca Bush ve ekibinin ne denli ciddiyetsiz, sorumsuz ve çiğ olduğunu göstermeye çalışan karelerle dolu. Bir sahnede Başkan Bush'un "teröre karşı uluslararası mücadele" konusunda dramatik sözler ettikten hemen sonra elindeki golf sopasıyla yaptığı "fiyakalı" vuruş var. Bir diğer sahnede, Paul Wolfowitz'in, cebinden çıkardığı tarağını ağzında ıslattıktan sonra saçını taramak için kullandığını görüyorsunuz. Michael Moore'un Bush ekibi için kullandığı "Aptal Beyaz Adamlar" (Stupid White Men) terimi de fazlasıyla ünlenmiş durumda. "Aptal Beyaz Adamları Nasıl Beyaz Saray'dan Çıkarırız?" başlıklı bir kitap, çok satanlar arasında. Cumhuriyetçi kanadın buna karşı cevabı da kitaplaşmış: "Michael Moore Büyük Şişman Aptal Bir Beyaz Adamdır"
Moore'un filminin bazı yanlış bilgiler ve asılsız komplo teorileri içerdiği hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Bush ve Bin Ladin ailesi arasında kurduğu bağlantının hayalî olduğu teslim ediliyor. Ancak yine de filmin etkisi büyük. Eğer kasım ayındaki seçimleri Kerry kazanacak ise, bundaki en büyük paylardan biri Moore'a ait olacak. Demokrat Parti'nin başkan adayı John Kerry, ama yıldızı hâlâ Bill Clinton. Clinton'ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan "Hayatım" adlı kitabı, tüm kitapçılarda başköşede. Eşi Hillary Clinton'ın 2008 yılında başkanlık için adaylık yarışına gireceği biliniyor. Bu durumda eğer önümüzdeki seçimi Bush kazanırsa, John Kerry, iki Clinton arasında bir parantez olarak tarihe geçmiş olacak. Clinton büyüsü halen devam ettiği için, Bush taraftarları da Clinton karşıtı propagandayı sürdürüyorlar. "Görev İhmali: Bill Clinton Amerika'nın Uzun Vadeli Ulusal Güvenliğini Nasıl Tehlikeye Attı?" başlıklı kitap, Cumhuriyetçilerin okuma listesinin başında geliyor.
Dinin ABD siyasetindeki önemi
Tüm bu günlük tartışma ve kavgaların ötesinde, Amerikan siyasetine yön veren değişmez etkenler var. Din, bunların başında geliyor. Neo-con (yeni muhafazakâr) düşüncenin önemli merkezlerinden biri olan American Enterprise Institute'da, bu düşünce kuruluşunun önemli isimlerinden Michael Novak'ın yabancı gazetecilere verdiği yemekte, "dinin Amerikan siyasetindeki önemi"ni dinliyoruz. Ünlü bir yazar olan Novak ve American Enterprise Dergisi'nin editörü bayan Karina Rollins, son dönemde yapılan kamuoyu araştırmalarına dayanarak önemli istatistikler veriyor.
Örneğin; "Eğer bir ateist, diğer tüm yönleriyle ideal bir başkan adayı olsa, ona oy verir misiniz?" sorusu karşısında, araştırmaya katılanların yarısı "hayır" yanıtını vermiş. Başkan Bush'un dindarlığını olumlu karşılayanların oranı yüzde 63. Yüzde 11'lik bir kesim, Başkan'ın dindarlığının daha da güçlü olması gerektiğine inanıyor. Sadece yüzde 10'luk bir kesim "Bush'un gereğinden fazla dindar olduğunu" düşünüyor. Sadece bu denli küçük bir kesimin karşı çıktığı "Bush dindarlığı"nın mantığı ise "WWJD politikası" olarak özetleniyor. Bu, "İsa Olsa Ne Yapardı?" (What Would Jesus Do) demek. John Kerry de seçmenleri, en az Bush kadar dindar olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyor. İki başkan adayının anlaştığı az sayıdaki konulardan biri, dinî değerlerin önemi.
Dinin siyasete etkisi, elbette topluma etkisinden kaynaklanıyor. Time dergisinin geçtiğimiz haftalardaki bir araştırmasına göre, "biz dindar bir ulusuz ve dini değerler siyasi liderlerimize yol göstermelidir" önermesi, ABD'deki seçmenlerin yüzde 56'sı tarafından onaylanıyor. Bush taraftarları arasında bu oran yüzde 79'a kadar çıkıyor. Her 20 Amerikalıdan 19'u, Allah'a inanıyor. Her üç Amerikalıdan ikisi, dinin hayatları için "son derece önemli" olduğunu söylüyor. Yüzde 14'lük bir kesim, her gün mutlaka Kutsal Kitap'tan bir pasaj okuyor. "Biz dindar bir ulusuz" yargısını Amerika'da yaşamın hemen her alanında hissetmek mümkün. Televizyonlarda dinî kanallar var.
Dinle ilgili kitaplar çok satıyor. Restoranlarda yemeğe başlamadan önce şükür duası eden insanlara sıkça rastlıyorsunuz.
Amerika'daki dindarlığın dikkat çekici bir yönü ise, Türkiye gibi başka ülkelerde rastlanabilecek durumun aksine, bunun bir "sınıfsal" mesele haline gelmemiş olması. Toplumun en zengin ve eğitimli kesiminde de yoğun bir dindarlık var. Pazar günü Washington DC'nin zengin semtlerinden birinde katıldığım Katolik Kilisesi ayininde, son derece şık ve "elit" bayan ve bayları dizüstü çöküp dua ederken izliyorum. Bizdeki "Beyaz Türkler"in idealini temsil eden bu seçkin kesimdeki pek çok insan, öylesi Türklerin çoğunluğunun aksine, alabildiğine dindar.
Samuel Huntington'ın geçen haftalarda Wall Street Journal'da yayınlanan "Tanrı'nın İnayeti Altında" başlıklı makalesi de, ABD'de egemen kimliğin dindarlık olduğunu şöyle vurguluyor: "Amerika'da ateistler 'yabancı'dırlar. Amerikalılar dünyadaki en dindar halklardan biridir, özellikle de diğer ileri derecede sanayileşmiş demokrasilere kıyasla. Bununla birlikte Amerikalılar ateistlerin ve inanmayanların haklarına saygı gösterirler... Ancak onların, Amerikalıların büyük bölümünün tarihsel ve güncel dindarlığına karşı çıkma hakları yoktur."
Belki de, din ve laiklik konularındaki tartışmaları daha doğru yapabilmek için, Amerika örneğinden ders almak gerekiyor. Dünyanın en gelişmiş, modern ve açık fikirli toplumunun aynı zamanda son derece dindar olması, hâlâ 19. yüzyıl pozitivizmine inanan radikal seküleristleri çürüten canlı bir örnek çünkü...