‘Statü’ İstemek, Ne Demek?
[1 Haziran 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Kürtler ne istiyor” sorusu, son yıllarda sıkça soruldu. Verilen cevap da, çoğunlukla, “tabii ki haklarını istiyorlar” şeklindeydi. Ancak bu “haklar”ın ne olduğu konusunda farklı şeyler anladık.
Klasik Kemalist paradigma içinde düşünenler açısından (ki buna MHP de dahildi) Kürtlerin hakları zaten vardı. “Makbul vatandaş” kriterlerine uydukları sürece, onlar da bu cumhuriyetin okulundan, hastanesinden yararlanabilir, devlet kurumlarında iş bulabilirdi. Atatürk “ne mutlu Türk olana” dememişti ki; “ne mutlu Türküm diyene” demişti. Ortada bir sorun varsa, o da bu “Türkleşme”nin eksik kalmasıydı. Bunun sorumlusu ise içteki hainler, dıştaki mihraklar, ve “demokrasi” denen karşı-devrimdi.
Benim de katıldığım ikinci bakış açısı ise, Kemalist Cumhuriyet’in söz konusu “zorla Türkleştirme” politikasını yanlış buldu, buna karşı “Kürt kimliğinin kendi ifade hakkını” savundu. Buna göre “Kürt sorunu” denen şey, aslında “otoriter devlet sorunu”nun bir türeviydi. Başörtüsünü yasaklayan da, Kürtçe’yi yasaklayan da aynı zihniyetti. Nihai çözüm, her vatandaşın hukukunu garanti altına alacak “özgürlükçü, sivil anayasa” ile gelecekti.
Üçüncü tarz-ı siyaset
AK Parti’nin meseleye yaklaşımı, büyük ölçüde bu ikinci bakış açısına oturdu. Son 9 yılda yapılan reformlar da, bu bakış açısı ile kat edilebilecek mesafelerin (hepsini değilse de) çoğunu kat etti. Kürtlerin önemli bir kısmı da bunları tatmin edici buldu.
Gelgelelim, üçüncü bir bakış açısı daha vardı. PKK’nın, onun siyasi kollarının ve diğer bazı Kürt milliyetçisi grupların benimsediği bu anlayışa göre, ortada “Kürt kimlikli vatandaşların hakları” sorunu değil, “Kürt halkının statüsü” sorunu vardı. Aysel Tuğluk’un Taraf’tan Kurtuluş Tayiz’e söylediği gibi, “Anayasal eşitlik bize yetmez, bize statü gerekir”di.
Bu “statü” talebini iyi anlamak gerek. Bu, öncelikle, Kürtleri Türklerden ayrı bir “halk” olarak tarif ediyor. (Yani, geçtik klasik “Türk milleti” kavramını, daha kapsayıcı olsun diye önerdiğimiz “Türkiye halkı” terkibine bile kulak asmıyor.) Kürtler, ayrı bir “halk” olunca, “kendi kaderini tayin” ve “kendi kendini yönetme” haklarına da kavuşuyorlar. Arkasından “özerklik” ve “öz savunma güçleri” talebi geliyor. Uzun vadede belki “bağımsızlık” bile gündeme gelir.
Bu ise, Kürt sorununu, Türkiye’nin genel demokrasi sorunundan daha farklı ve çok daha zor bir mesele haline getiriyor. Sorun, bir “demokrasi eksikliği” probleminden çok, “etnik milliyetçilik fazlalığı” problemi halini alıyor artık.
Kürtçe versiyon
İşin en vahim tarafı, “kendi kendini yönetme” hakkı isteyen Kürt milliyetçilerinin bir de “silahlı” olması. Bu “silah”tan çıkan da, “dağa çıkma” romantizminden ibaret kalmayan, aksine İstanbul’da bomba patlatıp Cizre’de öğrenci yurdu yakan düpedüz “terörist” bir şiddet. Bu terörizmi pervasızca yürüten, dahası kendisine katılmayan Kürtleri de “hain” ilan edip tehdit eden PKK’nın (ve onunla aynı dalga boyundaki BDP’nin) bazı Türk solcularınca “demokratik” bir hareket gibi algılanması ise, ya ilkesizlik ya aptallık. Halil Berktay hocanın geçen pazar günü Taraf’ta yayınlanan “Solun ‘Haklı Şiddet’i Reddedemeyişi” başlıklı yazısı, bu konuda mükemmel eleştiriler içeriyordu.
Ben ise şunu ekleyeyim: “Kürtlerin kendi kendini yönetmesi” denen şey, PKK kadrolarına iktidar alanı yaratsa da, Kürt kitleler için pek iyi olmayabilir. Muhtemelen, hem bu hedefe giden süreç çok gerilimli ve kanlı geçecek, hem de varılacak sonuç “demokrasi”den ziyade müstebit bir “tek parti cumhuriyeti” olacaktır. Filmin Türkçe versiyonunu görmüştüm de, ondan biliyorum.