[30 Mayıs 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Seçimlere iki haftadan az bir süre kaldı. Ortada, sert polemiklerin ve rezil “kaset”lerin yükselttiği bir “seçim gerilimi” varsa da, klasik manada bir “seçim heyecanı” yok. Çünkü hemen herkes sandıktan yeni bir AK Parti iktidarı çıkacağından emin.
Cevabı daha az belli olan soru, bu “üçüncü dönem”de tam olarak nasıl bir AK Parti göreceğimiz. “Kalkınma”ya tam gaz devam edeceğine, ülkeyi daha da imar ve inşa edeceğine kuşku yok. (Ve ben bu durumdan rahatsız olan, çünkü “piyasa”dan nefret eden ve alışveriş merkezi görünce sinirleri bozulan solculardan değilim.) Ancak AK Parti’nin geçtiğimiz yıllarda öne çıkan reformist ve özgürlükçü tutumunu koruyup korumayacağına dair endişeler var.
Bu konuya girerken önce “yiğid”in hakkını teslim edelim. AK Parti, demokrasi ve özgürlük alanlarında, az zamanda büyük işler başardı. Askeri vesayetten işkenceye, Kürt sorunundan gayrı-Müslimlerin haklarına kadar pek çok farklı cephede Türkiye’yi ileri götürdü.
Tehdit sonrası rehavet
AK Parti’nin, doğal muhafazakar tabanının dışında kalan “liberaller”den destek bulmasının nedeni de buydu. Kemalistler, bunu “Akepe’nin liboşları satın alması” diye yorumladı ki, bu onların zihinsel dünyası açısından anlaşılabilir bir yanılgıydı. (Kemalist muhayyilede, damarlarında “asil Türk kanı” akan bir insanın, ulu Atamız’ın kutsal Altı Ok’undan samimiyetle sapabileceğine ihtimal verilmez. Bu beklenmedik durum, ancak “kanı bozukluk”, “ihanet” ve “satılmışlık”la açıklanır.)
Oysa liberaller AK Parti’ye destek verdi, çünkü onyıllardır ancak hayal edebildikleri reformları bu parti hayata geçirdi. Kuşkusuz buradan AK Parti üzerinde haklı bir “liberal vesayet” çıkamazdı; liberaller de yanılabilirdi. Ama “ileri demokrasi” denince akla gelecek şeyleri başka herkesten çok bu grubun savunduğunu da teslim etmek gerekiyordu. AK Parti’nin o denli özgürlükçü adımlar atmasında ise, partinin ideolojisi kadar, “konjonktür” de yatıyordu. Bir başka deyişle, AK Parti reformist olmaya, “Kopenhag kriterleri”ne sarılmaya mecburdu, çünkü aksi takdirde Ankara’nın geleneksel kriterleri tarafından tasfiye edilecekti.
Ancak bu “statüko tehdidi” bugün büyük ölçüde savuşturulmuş durumda. Bu, bir taraftan iyi bir haber. Ama diğer taraftan da AK Parti’yi reformizme iten dinamiklerde önemli bir eksilme anlamına geliyor. Bu eksilmenin AK Parti söyleminde başlattığı “duraklama devri” ise her geçen gün daha çok dikkat çekiyor.
Tahterevalli etkisi
Oysa Türkiye’nin daha çok reforma ihtiyacı var. AK Parti, çoğu meselede önemli adımlar atmış, ama tam sonuca ulaşamamış durumda. “Kürt kardeşlerimizin sorunu” hala çok yakıcı. Cemevleri hala statüsüz. Heybeli Ada Ruhban Okulu hala kapalı. Başörtüler hala eşit vatandaş değil.
Daha da kötüsü, “eski düzen”in bittiğini fark eden ve bu sayede ilk defa “oy kazanma” derdine düşen CHP’nin ettiği bazı “liberalimsi” sözler, AK Parti’ye olumlu değil olumsuz etki ediyor. Biz, “CHP özgürlükçü muhalefet yaparsa, hükümet de daha kolay ilerler” diye umarken öyle olmuyor. Aksine, siyasi çekişme dinamiği, bir “tahterevalli etkisi” yaratıyor.
İyimser senaryo, “MHP oyları” gibi hesaplara da dayandığı ileri sürülen bu durumun seçim sonrasında değişmesi ve yeniden “açılımcı” bir AK Parti görmemizdir. Ama bunun için iktidar partisinin biraz silkinmesi, siyasi yorgunluğa karşı özel bir dikkat ve gayret göstermesi gerekecek.
Aksi takdirde, İbn-i Haldun’un tarif ettiği “şehre alışıp rehavete kapılma” dinamiği galip gelir. Reformculuk işi de yeni bir “asabiye” ile “çöl”den çıkıp gelecek yeni kadrolara kalır.