Dindarlar Arası Çoğulculuk İhtiyacı
[6 Nisan 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Ve atom sızıntısı, ne Londra konferansı... Son günlerin en enteresan mevzusu, bence, “Buluşan Kadınlar”la Ali Bulaç arasındaki “Meclis’te başörtü” tartışması...
Takip ettiniz mi, bilmem. Her şey, bir grup başörtülü kadının bir ay kadar önce açtığı “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” kampanyasıyla başladı. Bu hanımlar, 28 Şubat’ın ve “başörtüsünü kamusal alandan kovma” devrinin bitişinin bir nişanesi olarak siyasi partilerden “tesettürlü vekil” istediklerini ilan ettiler.
Ben de, Türkiye’deki “laik apartheid rejimi”nin koyu bir muhalifi olarak, bu sütunda bu kampanyayı destekledim.
Ancak muhafazakar camiada herkes aynı kanıda değildi. En sert muhalefet ise Ali Bulaç’tan geldi. “Ali ağabey”, Zaman gazetesindeki köşesinde, kampanyanın yarar değil zarar getireceğini savunmakla kalmadı. Bu işin arkasında “iyi saatte olsunlar”ın bulunduğunu, kampanyaya destek veren hanımların ise ya “iyi niyetli” ama saf ya da “beyaz casus” olduğunu söyledi. Dahası onların “para, şöhret ve statü” peşinde olduklarını ve “din dilini bir kenara bıraktıklarını” da ima etti.
Hatalar ve niyetler
Benim burada gördüğüm en büyük sorun ise bir “Türkiye klasiği” olan, ama muhafazakar kesimde de sıkça görülen bir alışkanlık oldu: “Farklı düşünenlere kötü niyet atfetmek”...
Şöyle izah edeyim: “Meclis’te başörtülü vekil” kampanyasının, başörtülüler, diğer dindarlar ve genel olarak “demokratikleşme süreci” için iyi bir fikir olup olmadığı, kuşkusuz serbestçe tartışılabilir. Bunun “statüko güçleri”ni bir kez daha zıvanadan çıkaracağı, belki yeni bir “kapatma davası”na yol açacağı endişesi de dile getirilebilir.
Nitekim bizim gazetede de gerek Elif Çakır gerekse İbrahim Kiras, bu veya benzeri endişeleri dile getirerek kampanyaya dair çekincelerini izah etti. Ben de, tam onlar gibi düşünmesem de dikkate aldım söylediklerini.
Fakat, “seçtiğiniz yöntem yanlış olabilir” diyerek eleştirmek başkadır; “bence yanlış olan bu yöntemi seçtiğinize göre aranızda ajanlar var, kullanılıyorsunuz, zaten burnunuz havada, niyetiniz bozuk” diye itham etmek bambaşkadır.
İkincisi tam da “farklı düşünenlere kötü niyet atfetmek”tir. Ve yanlıştır.
Ne yazık ki bu yanlışı muhafazakar kesimde sıkça görüyoruz.
Mesela belirli bir meselede “uhulet ve suhulet” yöntemini seçenler, daha radikal adımlar atanları “ajan provokatör” diye suçlayabiliyor. Üç yıl önceki bir TV programında “insanlar bana Atatürkçülük adına zulmediyorlarsa, benden Atatürk’ü sevmemi bekleyemezsiniz” diye gayet insani bir söz söyleyen Nuray Bezirgan’a bazı muhafazakar yayınlarda haksızca yüklenilmesi gibi...
Ya da, tam ters yönden bir örnek vermek gerekirse, ABD ve İsrail karşısında “uhulet ve suhulet” yolunu seçenlerin bu kez “işbirlikçilik”le itham edilebilmesi gibi...
‘Farklı renkler’
Tüm bu örneklerde karşımıza çıkan sorun, çoğulculuk fikrinin içselleştirilmeyişi.
Haksızlık etmeyelim: Muhafazakarlar, aslında çoğulculuk fikrini uzun zamandır savunuyor. “Türkiye’nin farklı renkleri” olduğunu, kiminin Sünni kiminin Alevi, kiminin Kürt kiminin Ermeni olduğunu vurguluyorlar.
Ama bu, “ülke içi çoğulculuk”. Bir de, “dindarlar arası çoğulculuk” meselesi var. Oradaki farklı siyasi tutumların ve farklı din yorumlarının ne kadar hoşgörüldüğü sorusu var.
“Fazla hoşgörü bizi bozar” diyenler varsa, onlara da şunu sormak gerek:
Kendi meşrebinizin mutlak doğru olduğunu nereden biliyorsunuz ki, ondan ayrılan ve “eski köye yeni adet” getirenleri sapmakla suçluyorsunuz?
Dindarlığın özünde yatan en önemli değer “tevazu” değil mi?