Ergenekon’da Minimalizm Zamanı
[4 Nisan 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen haftanın flaş olayı, savcı Zekeriya Öz’ün “terfi” yoluyla da olsa Ergenekon davasından alınmasıydı.
Bunun ardından, “demokrat cephe”de yer alan pek çok yorumcu, bu gözüpek savcının yaptığı tarihsel “hizmet”e işaret etti ki, ben de onlar gibi düşünüyorum. Sayın Öz, yanıbaşındaki “derin devlete dokunan savcılar mezarlığı”na aldırmadan, büyük cesaret gerektiren çetin bir misyona soyundu ve bunu kararlılıkla yürüttü. İdealimdeki “özgür vatan”, bu nedenle, ona minnettardır.
Ancak hiç kimse kusursuz değildir. Dahası, çetin mücadelelere girişenlerde, tam da o mücadelenin yarattığı dinamikler sonucunda, bazı körlükler ve subjektiviteler gelişebilir. Bu gözle baktığımda, Ali Bayramoğlu’nun Yeni Şafak’taki köşesinde yaptığı tespite katılıyorum: Savcı Öz, son dönemdeki bazı uygulamalarıyla “ hukuki yorgunluk” belirtisi göstermiş ve daha önceki artılarının yanına bir “eksi” eklemişti.
HSYK’nın son tasarrufunu bu açıdan bir “ince ayar girişimi” olarak algıladım ve olumlu karşıladım.
Yeni dönemden umduğum ise, “darbeci eylem” ile “darbeci zihniyet”i ayıran bir Ergenekon konseptinin gelişmesi. “İllegal örgütün işine yarayan propaganda” gibi muğlak suç tanımlarının da ortadan kalkması.
Çünkü eğer “darbeci zihniyet”i hukuken yargılayacak iseniz, sanık sayınız milyonları bulur. “İllegal örgütün işine yarayan propaganda” suç olacaksa, Güneydoğu’da özerklik savunanlara kadar açılmanız gerekir. Öyle bir ülkede de fikir hürriyetinden söz edemezsiniz.
Bir başka deyişle, önümüzdeki dönemde Ergenekon
davası için gereken, son zamanlarda gördüğümüz “maksimalist” (aşırı genişlemeci) eğilimin aksine, “minimalist” (dar kapsamlı) gitmektir. Kitaplar ve yazarları yerine, bombalar ve suikastler gibi somut suçlara odaklanmaktır.
Derin millet
Aynı minimalizmin, son yıllarda medyada çok yer tutan “Ergenekon analizleri” açısından da gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu analizlerin bir kısmı, Türkiye’nin kadim hastalığı olan komplocu zihniyetten hareketle, yakın geçmişteki her siyasi kötülüğü “ derin devlet”e bağlıyor.
Buna göre, 12 Eylül öncesi şiddet ortamının, Maraş veya Sivas’taki trajedilerin, terör örgütlerinin, PKK’nın ve aklınıza ne bela gelirse hemen hepsinin sebebi “derin yapılanmanın kirli tezgahları.”
Oysa sayılanların hepsinin sosyolojik sebepleri de var. 70’ler gençliği ideolojik bağnazlığa kapılmasa, Sünniler ve Aleviler karşılıklı önyargılar beslemese, Türk ve Kürt milliyetçilikleri birbirini körüklemese, “provokasyon”a gelir miydi insanlar?
“Devlet”in kirli çamaşırlarını araştırırken, “millet” tarafındaki bu problemleri de görmek lazım. Yoksa bir “millet fetişizmi”ne sürükleniriz ve bu da sadece toplumsal sorunların üstünü örtmeye yarar.
Bakın, son tartışmalardan bir örnek: Ergenekon savcıları bu ara Malatya’daki misyoner katliamını soruşturuyor. 28 Şubat’ın favori ilahiyatçısı Zekeriya Beyaz gibi bazı isimler de, o korkunç olayı “ azmettirme” kuşkusuyla sorgulanıyor.
Ortada kriminal bir bağlantı olup olmadığı elbette yargıya kalmış bir soru. Ama mesele sadece bu isimlerin misyonerler aleyhindeki söz ve yazıları ise, bunlar tek başına suç oluşturmaz. Dahası, önümüze şu önemli soruyu da koyar:
Türkiye’deki misyoner paranoyasının kaynağı, sadece “Ergenekon zihniyeti” mi? Acaba muhafazakarların ne kadarı bu meseleyi olması gerektiği gibi, yani “din özgürlüğü” perspektifinden görüyor?
Özetle, çuvaldızı onu hak edenlere yöneltirken, kendimize biraz iğne ayırmayı da bilelim derim. Yoksa yerimizde sayar dururuz.