[9 Mart 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Üç yıl önce AK Parti’ye açılmış olan “kapatma davası”nı ve o günlerdeki tartışmaları bugün şöyle bir hatırlamakta fayda var. Çünkü o zaman duyduğumuz bazı argümanları bugün de duyuyoruz. Ama çok farklı insanlardan...
Mesela o zamanlar “Akepe kapatılacak” diye neredeyse zil takıp oynayan laikperestler, “yargısal sürece saygı” lafını dillerinden düşürmüyor, hepimizi “başsavcıya saygılı olmaya, mahkeme kararını sükunetle beklemeye” çağırıyorlardı. Yargıtay Başsavcısı da bu telkinleri dinlemeyen muhafazakar veya liberal gazetecilere kızıyor, “yazdıklarınızı dikkatle izliyoruz” gibi demeçlerle aba altından sopa gösteriyordu.
Ben, bu “görelim yargımız neyler, neylerse güzel eyler” mantığına o zaman hiç itibar etmedim. Ve kapatma davasını, hem “yurtiçi” hem de “yurtdışı”nda, yerden yere vurdum. Aynı mantığa bugün de itibar edecek değilim.
Çünkü benim için hukuk “savcılar ve hakimler ne derse o” değildir. Tüm savcıların, hakimlerin ve herkesin üzerinde olan “evrensel” (ve bana sorarsanız “ilahî temelli”) adalet ilkeleridir. Bu ilkelerin başında ise “her insanın suçsuz sayılması, ancak delil üzerine suçluluğunun tartışılması” gelir.
Bu da, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanması üzerine yazdığım eleştirel yazıdan sonra aldığım kimi öfkeli mesajlardaki “suçsuz olduklarını nereden biliyorsunuz” şeklindeki akıl almaz soruya yeterince cevap teşkil eder. Dolayısıyla, meseleye adalet gözüyle bakan herkesin “neymiş kardeşim bu adamların suçu” diye sorması zaruridir. Hele de “tutuklu yargılama” gibi ağır bir karar çıkmışken.
Savcılık bu konuda yaptığı açıklamada “açıklanması uygun olmayan deliller”den söz etti. Bizi geçtik, sanıklara bile açıklanmayan deliller! Sizi bilmem, ama bunun meseleye zaten kuşkuyla bakanları tatmin etmesi imkansız. Yargıtay Başsavcısı “AKP’yi kapatmak için çok iyi delillerimiz var, ama açıklayamıyoruz” deseydi, bizler tatmin olur muyduk?
Bu “gizli deliller”den başka, elimizde Şener ve Şık’ın savcılık sorgularının tutanağı var. Buradaki soruların da çoğu, Oda TV’cilerle temas halinde, “Ergenekon davasını itibarsızlaştırmak” diye özetlenebilecek bir “suç tanımı”na tekabül ediyor.
Süreci destekleyenlerden emekli savcı Gültekin Avcı, Bugün gazetesindeki köşesinde bunu açıkça ifade de etmiş: Ahmet Şık’ın “yazı ve kitaplarına bakıldığında savcılara ve davaya örtülü vuruşlar yaptığı görülüyor”muş.
Ama, el insaf, böyle suç mu olur? Hem o zaman “savcılar, kendilerine örtülü vuruş yapanları içeri aldırdılar” diye korkunç bir anlam çıkmaz mı?
İşte bu yüzden özünü kesinlikle desteklediğim Ergenekon davasında ölçünün kaçtığından, özellikle son dönemde “medya ayağı” üzerinden bir “fikir suçu davası”na kayış başladığından endişeliyim. Ergenekon’un giderek bir “zihniyet” olarak tarif edilmesi, “Ergenekonculuk” suçlamasının “davayı sulandırmak” gibi subjektif suçlamalar üzerinden yapılması da, önemli alarm sinyalleri.
Ha, iki gün sonra savcılar çıkar, çok tatmin edici deliller açıklar, ben de “eyvallah, elinize sağlık” derim. Ama şu anda “var olmasını umduğum deliller”e değil, gözükene göre düşünmek durumundayım.
Son bir söz de “Türkiye’nin atladığı bu kritik eşikte ufak-tefek yanlışlar olabilir, sen büyük resme bak” diyen dostlarıma: Bu mantık bana Kemalistlerin “devrim şartlarında olur bazı şeyler” mantığını hatırlatıyor. Ve hiç içime sinmiyor.
Aksine, bence hiçbir siyasi ideal, adaletin terazisini doğru tutmaktan daha önemli değildir. Benim de çok paylaştığım (ve aslında tam da bu aşırılıklar yüzünden akim kalmasından korktuğum) “Ergenekonsuz Türkiye” ideali bile...