Türkçe Yazılar

Bu İşin Tadı İyice Kaçtı

[7 Mart 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı] Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi gazetecilerin gözaltına alındığını öğrendiğimde “artık bu işin tadı kaçmaya başladı” demiştim. Dün sabah kalkıp bir de “tutuklu yargılama” kararı çıktığını öğrenince daha da huzursuz oldum. Ergenekon davasının gerçek hedefinden sapıp bir “ideolojik cadı avı”na dönüşmeye başladığı yargısı, ilk defa bu kadar inandırıcı geldi gözüme. Gelin, olaya beraber bakalım: Nedim Şener ve Ahmet Şık, tek işleri yazı ve kitap yazmak olan iki gazeteci. Bomba atmaya veya suikast yapmaya hazırlanırken yakayı ele vermiş değiller yani. Ama bir “terör örgütüne üye olmak”la suçlanıyorlar. En büyük “delil” de, yazdıkları metinlerin Oda TV bilgisayarlarından çıkması. Oysa bu “bağlantı”nın birçok farklı açıklaması olabilir. Şık’ın kitabı, okusun diye verdiği bir başkası tarafından yollanmış olabilir Soner Yalçın’a. Kendisi yollamış bile olsa, bunun “fikrini almak, katkı istemek” gibi bir sürü makul ve meşru sebebi olabilir. (Bu arada hatırlayalım ki Oda TV’ciler de mahkum değil, sanık.) Yani bana sorarsanız bu iki gazetecinin bir “terör örgütü üyesi” olduğuna dair ortada “kuvvetli şüphe” değil, aksine epey zorlama bir şüphe var. (Tam da bu esnada NTV’den Mirgün Cabas’ın “telefonla helikopter düşürmekle” suçlanması ise, Türk savcılarının “şüphelenme” konusunda ne kadar yüksek bir potansiyel taşıdıklarını gösteren enteresan bir anekdot oluyor.) Tüm bunlara rağmen, eğer mesele sadece “gazetecilerin yargılanması” olsa, belki o kadar huzursuzlanmayacağım. “Yargı sürecine saygı duyun efendim, sonucu bekleyin” diyen dostların tavsiyesine uyacağım. Oysa mesele sadece bu insanların  yargılanması değil. Asıl mesele evlerinin basılması, göz altına alınmaları ve zorlama gerekçelerle tutuklanıp hapsi boylamaları... Ve, bu muameleye maruz kalan gazetecilerin hep siyasi iktidara veya o iktidarla kader birliği yapmış sosyal yapılara muhalif olmaları... Bu tablo karşısında, yapılan işlerin “hukuki” değil “siyasi” olduğu, muhalif seslerin susturulmak istendiği kanaati kaçınılmaz olarak oluşur. Durumu kurtarmak için ne derseniz deyin, olaya dışardan bakan hemen herkes bunu böyle yorumlar. Öyle de oluyor zaten: Son günlerde tüm dünya basını “Türkiye’de basın özgürlüğünün çiğnendiğini” yazıyor. (Onlar da “Ergenekon’un medya ayağı”na dahil değildirler herhalde.) Bu ise, Türkiye’nin demokratikleşme adına son 10 yılda kat ettiği mesafenin üzerine kara bir leke çalıyor. Biz tüm dünyaya “Yeni Türkiye’nin başarı öyküsü”nden bahsederken, “şu kadar muhalif gazeteci hapiste, bu mudur sözünü ettiğiz başarı” diye soruveriyorlar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu konuda çok yerinde bir açıklama yapmış Milliyet’ten Fikret Bila’ya. Şöyle demiş: “Kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor. Bu hal, Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgelemektedir. Bundan kaygı duyuyorum.” Ben de bu “kaygı”yı fazlasıyla paylaşıyorum. Türkiye demokrasisi için çok önemli bir dava olan Ergenekon’un abartılı bir şekilde genişlediğinden, bir “zihniyet polisliği” havasına büründüğünden de endişe ediyorum. Hükümet, bu tablo karşısında  sessiz kalmamalı. “Yargı bağımsızdır, biz karışmayız” demek durumu kurtarmaz. Evet, yargı bağımsız, ama hükümetin Ergenekon davasına siyasi destek verdiği de herkesin malumu. Bu durumda davanın basın özgürlüğünü tehdit eden bir aşırılığa savrulmasının vebali altında hükümet de kaçınılmaz olarak kalır. Unutmayalım ki bir iktidarın demokratik meşruiyeti, sandıkta aldığı oylar kadar muhaliflerinin özgürlüğüyle de ölçülür. Zaman, ikincisini savunmanın zamanı.
All for Joomla All for Webmasters