Kemalist Aklın Dramı
[8 Kasım 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Üniversite yıllarımda, yani 90’lı yılların ortalarında, bir kitap fuarına gitmiştim. Standların birinde Doğu Perinçek’i gördüm ve çevresindeki gençlerle yürüttüğü sohbete kulak kabarttım. Konu dindi. Ve Perinçek, dini referansları olan bir zihnin kaçınılmaz olarak bağnazlığa sürükleneceğini anlatıyordu. “Bakın arkadaşlar, yaşam dinamiktir” dedi ve arkasından ekledi:
“Din ise statiktir. Hiç bir şekilde değişmez. O nedenle dinle hayat arasında, dinle bilim arasında çatışma kaçınılmazdır.”
Oysa aynı yıllarda İslam düşüncesini de incelemeye başlamış ve İslam’da “tecdid” yani “yenilenme” diye bir geleneğin olduğunu da öğrenmiştim. Hoş, bu gelenek son bir kaç yüzyılda körelmiş ve Müslüman dünya gerçekten de “statikleşmiş”ti. Ama bu durum, İslam’ın “dinamik” bir yorumunun da olabileceği gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. İslam, ilk 5-6 asrındaki göz kamaştırıcı medeniyetiyle zaten çoktan ispatlamıştı böylesi bir potansiyel taşıdığını.
Gelgelelim, Perinçek’in argümanındaki tek sorun, dini bu şekilde dar bir şablona indirgemesi değildi. Bir diğer sorun, dinden arındırılan bir zihnin otomatik olarak “dinamik” hale geleceğini varsaymasıydı.
Bu zihniyeti Doğu Perinçek gibi ideologlardan böylesi açık ve yalın ifadelerle duyabilirsiniz. Ama aslında daha geniş bir çevre tarafından içselleştirilmiş, çünkü “Cumhuriyet ideolojisi” tarafından üstü kapalı da olsa topluma enjekte edilmiştir. Özünde, dine fazlasıyla önem veren insanların mutlaka bir şekilde bağnaz, dar kafalı, yeniliklere kapalı kişiler olacakları kabulü yatar.
Mesela, “yobaz takımı” denilince kast edilenler nedense hep din adına yobazlık yapanlardır. Başka bir şey adına yobazlık yapılabileceğine pek ihtimal verilmez.
“Türkiye’nin aydınlık insanları” denince de, cami cemaati değil; aksine caminin yolunu pek bilmeyenler kastedilir.
Oysa son bir kaç yüz yıla baktığımızda, din adına olduğu kadar ulus, etnisite veya ideoloji adına da büyük bağnazlıklar yapıldığını görüyoruz. Bu laik kavramlar uğruna dökülen kanlar, “din savaşları”nı fazlasıyla gölgede bırakmış durumda. Stalin’in “diyalektik materyalizm” adına Mendel genetiğini reddetmesi ise, Kilise’nin dünyanın döndüğünü reddetmesinden daha küçük bir skandal değil.
Bir başka deyişle, laik bir aklı dindar bir akıldan daha başarılı, daha tutarlı ve daha “dinamik” kılan hiç bir şey yok gibi…
Son 10-15 yıl içinde Türkiye’de yaşadıklarımız da bu üstteki yargıyı doğrulaması açısından kayda değer. Kemalistler dediğimiz toplumsal kesim, Atatürk’ün 1930’lar şartlarında uyguladığı politikaların istisnasız hepsinin doğru olduğuna inanmakla kalmıyor. Bu politikaların bugün için de harfiyen geçerli olduğuna inanıyor. Bariz bir “dogmatizm” ve “statiklik” sergiliyor yani…
Öyle ki Kemal Kılıçdaroğlu’nun vaad ettiği mütevazi “değişim” rüzgarını bile fazla buluyor; Önder Sav ile cisimleşen katı bir direniş gösteriyorlar.
Oysa hayat gerçekten de “dinamik” olduğu için Atatürk’ten bu yana çok değişmiş durumda. Bu değişime Türkiye’de daha iyi adapte olan kesim de, Perinçek’in hesabına göre “geri” kalmış olmaları gereken muhafazakar dindarlar: Ekonomiyi anlayan, teknolojiyi iyi kullanan, küreselleşmeyi yakalayan onlar…
Kemalistlerin asıl dramı ise, tüm bu alanlarda geri kalmalarına rağmen, sırf “yaşam biçimleri” nedeniyle kendilerini hala “ileri” sanmalarında yatıyor. Bu yersiz özgüven, onları daha da izole ediyor.
Ve onların “statik” haliyle “dinamik” hayatın arası açılmaya devam ediyor.