Sabra-Şatilla’da Erdoğan Portreleri
[26 Ekim 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen hafta “Türk dış politikasının Ortadoğu’daki etkisi” başlıklı bir araştırma programı çerçevesinde Beyrut’a gittim. Böylece birkaç kez teğet geçmeme rağmen bir türlü ayak basamadığım Lübnan’ı da ilk kez görmüş oldum.
Gördüğüm ilk siyasi realite, Türkiye’nin son yıllarda ivme kazanan “Ortadoğu açılımı”nın Lübnan’da çok olumlu karşılandığıydı. Bunun bir sebebi, Lübnan’la onyıllardır bir şekilde “ilgilenen” Suriye, İran ya da Suudi Arabistan gibi aktörlerin aksine, Türkiye’nin herhangi bir dini grubun hamiliğine soyunmaması. “Sizin hükümet Sünni, Şii veya Hıristiyan ayrımı yapmadan tüm kesimlere yaklaşıyor” dedi Hıristiyan gazeteci Sami Nader. “Bu bizim için hem çok yeni, hem de çok iyi bir şey.”
Görüştüğüm diğer entelektüel ve bürokratlar, Türkiye’nin iktisadi cazibesinin altını çizdiler. Öncelikle vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması iki ülke arasındaki trafiği çok artırmış. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “ ekonomik entegrasyon” vizyonunun bir parçası olan “Türkiye-Suriye-Lübnan-Ürdün Serbest Ticaret Bölgesi” projesi ise, Avrupa Birliği’ne benzer bir umut yaratmış.
Lübnan başbakanı Said Hariri’nin başdanışmanı Muhammed Çatah da “Türkiye modeli”nin giderek yükseldiğini ve İran’ın radikal çizgisine karşı bir alternatif oluşturduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan’ın, hem Müslüman kimliği hem de İsrail militarizmine karşı duruşu sayesinde, “ Arap sokakları”nda büyük itibar kazandığını anlattı. Bunun da AK Parti’nin temsil ettiği dünyaya açık, iktisaden liberal ve siyaseten barışçı tutuma ilk defa bu denli yüksek bir “İslami meşruiyet” kazandırdığını vurguladı.
Söz konusu “meşruiyet”in en çarpıcı ifadesini ise, kendi adıma Sabra-Şatilla’da gördüm. Asıl bahsetmek istediğim de orası zaten.
Hatırlayanlar hatırlayacaktır, Beyrut’un azıcık dışında yer alan bu iki komşu Filistinli mülteci kampı 1982 eylülünde korkunç bir katliama sahne olmuştu. İsrail destekli Hıristiyan Falanjist milisler, bu kamplara girip 3 bine yakın masum insanı öldürmüşlerdi.
Aradan geçen 28 yıldan sonra bugün Sabra-Şatilla’da katliam yok ama sefalet var.
Burası, özetle, çok sıkışık bir gecekondu mahallesi. Derme-çatma binalar arasındaki mesafe çoğu yerde 1 metreden az. Dahası hiçbir altyapı olmadığı için tüm kablolar havada geziyor. Dolayısıyla Sabra’nın daracık sokaklarından tepeye bakınca gökyüzünü göremiyorsunuz bile.
Bazı evlerin içine girdim, karşılaştığım sefalete şaşırdım. Bir “mutfak” gördüm ki, zemininde pis bir su birikintisi, tezgahında iki tane paslı tencere vardı. Odalar penceresiz, çocuklar çelimsizdi.
Bu düzeyde fakirliğe Türkiye dahil daha pek çok ülkede de yer yer rastlayabilirsiniz. Ama Filistin kamplarındaki en yakıcı şey fakirlik değil, bunun sistematik bir zulüm ile “yaratılmış” olması. Bazıları üç jenerasyondur bu kamplarda yaşayan Filistinliler, sahip oldukları evlerinden İsrail tarafından sürülmüş, sığındıkları Lübnan gibi komşu ülkelerde de insan yerine konmamış haldeler.
Umutlarını ise ya El Fetih’te ya Hamas’a bağlamış durumdalar. Dolayısıyla Sabra-Şatilla’nın kirli sokaklarını Yaser Arafat’ın yahut Şeyh Ahmed Yasin’in posterleri süslüyor.
Bir de Başkakan Erdoğan’ın gülümseyen portreleri...
“Türkiye’den geliyorum” dediğimde de aynı şekilde gülümseyen Filistinli yüzleriyle karşılaştım. Ve ülkemden ilk defa bu kadar gurur duydum.
Bana ve nice milyonlara bu gururu yaşattığınız için teşekkürler Erdoğan, teşekkürler Davutoğlu...
Ve yola devam Türkiye...