İran Şahı’nın İslam’la Savaşı
[1 Kasım 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen hafta Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamakla kalmadık, “Atatürk’ün orjinal sesi”ni de ilk kez bu kadar net duymuş olduk: Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin ortaya çıkardığı bantlar, Mustafa Kemal’in daha önceden bilinmeyen görüntülerini taşıdı ekranlarımıza.
Söz konusu görüntüler içinde benim en dikkatimi çeken sahne ise Atatürk ile İran diktatörü Rıza Şah arasında geçen 1934 tarihli sıcak sohbet oldu. Bu sahneyi internette yayınlayan Atatürkçü bir sitenin yazdıkları da kayda değerdi:
“Reza Pahlavi, modern İran'ın kurucusu olarak biliniyor. Pek çok kaynak Atatürk'ün Türkiye'de yaptıklarını, Reza Pahlavi'nin İran'da yaptığını belirtiyor.”
“Modern İran’ın kurucusu” olmak kulağa hoş gelebilir. Peki ama söz konusu Şah’ın icraatları gerçekten de hoş şeyler miydi?
Ben anlatayım, siz karar verin. Bahsettiğimiz adam, 1979’daki İran İslam Devrimi’nde devrilecek olan ikinci Şah’ın babası. İktidara 130 yıllık Kajar hanedanını yıkarak 1925’te geliyor. En büyük tutkusu “çağdaşlaşma”. En sevdiği yöntem ise devlet baskısı.
Şah, bu konuda ilhamını hakikaten Kemalist Devrim’den alıyor. 1934 yılında Türkiye’ye yaptığı uzun gezide Atatürk’e hayranlığını açıkça ifade ediyor zaten.
Ama İran’da yaptıkları “Kemalist devrim de bir şey mi, ben bunun çok daha radikalini yaparım” diye tercüme edilebilecek cinsten. Mesela bizde hiç bir zaman yapılmamış bir şeyi yapıyor: Başörtüsünü sokakta bile yasaklıyor. Bunun üzerine Tahran polisi kadınlara saldırıp başlarından zorla çekip alıyor örtülerini.
Şah, tesettürlü kadınların ülke genelinde devlet dairelerine, dükkanlara, hastanelere, hatta hamamlara girmelerini de yasaklıyor. Bu yüzden de çoğu kadın evden çıkamaz hale geliyor. Polis tarafından örtüleri yırtılan kadınlardan bazıları utancından intihar ediyor.
Şii ulema haliyle protesto ediyor bu despotluğu. Buna karşılık Şah daha da despotlaşıyor. 1928 yılında Ayetullahların şehri Kum’da düzenlenen bir protesto üzerine şehre gidiyor, çizmeleriyle camiye girip içerdeki din adamlarını yumrukluyor. Bir tanesini meydanda kırbaçlatıyor.
Ulemanın öfkesi daha artıyor. “Yezid” diyorlar dinlerine saldıran diktatöre. 1935 yılında Meşhed’de düzenledikleri bir gösteri üzerine Şah’ın askerleri kalabalığa ateş açıyor. Onlarca din adamını öldürüp toplu mezarlara gömüyorlar.
Sonunda, 1940’larda, “modern çağın ilk İslamcı terör örgütü” sayılan Fedaiyan-i İslam (“İslam Fedaileri”) çıkıyor ortaya. Şah’ın adamlarına karşı suikastler düzenliyorlar. Laikçi şiddet, İslamcı şiddeti doğuruyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza Pehlevi yine bir diktatörlük kurunca, film tekrarlanıyor. Bu “ikinci Yezid”in laik diktası 1979’da devrilince de, yerine İslamcı bir dikta kuruluyor.
Bu acı kıssadan çıkan hisse ise şu: Son yüz yıla damgasını vuran “radikal İslamcılık,” durduk yere değil, İslam’a yönelik baskı ve saldırılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin bir şansı, Kemalist rejimin nispeten “ılımlı” olması, 1950’den itibaren de sınırlı da olsa çok partili hayata alan açmasıdır. Bu, İslami hassasiyetlerin demokratik yoldan ifade edilmesine imkan sağlamıştır.
Bundan sonra da laikliğimiz ne kadar “ılımlı” hale gelir, din özgürlüğüne ne kadar saygı gösterirse, İslami kesim tarafından o kadar benimsenecektir.
“Yoksa İran mı olacağız” diye korkup duranlara saygıyla duyrulur.
NOT: Dün Taksim’de düzenlenen terör saldırısını lanetliyor, yaralı polis ve sivil vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum. Sorumlular belli olunca, diyecek daha çok şey olacak.