“1924 Anayasası'nda tayin edilmiş olan ‘milletin kayıtsız şartsız egemenliği’ne 1961 Anayasası ile millet dışında CHP ve sol ideologlar tarafından ‘yetkili organlar’ tabiri ile yeni ortaklar getirilmiştir. Bu, çok partili düzene geçtikten sonra, aziz milletimiz tarafından asla tek başına iktidar verilmeyen CHP'yi ve sol güçleri, seçimsiz, millet iradesi olmadan, millete rağmen daimi iktidar yapma projesidir. Nitekim 1961 seçimlerinde CHP'nin tek başına iktidara gelecek oyu alamaması üzerine bu durum, İnönü'nün damadı Metin Toker'in Ulus Gazetesi'ndeki makalesinde de ‘Seçimi tek başına kazanamamak o kadar önemli değil, Türkiye'de iktidar olmak için ordu, Anayasa Mahkemesi, üniversite, Danıştay, Yargıtay gibi devlet kuruluşlarına da hâkim olmak gerekir’ denilerek açıkça ifade edilmiştir.”Gerçekten de sorunun özü bu: CHP ideolojisini içselleştiren ordu ve yüksek yargı, kurdukları “devlet iktidarı” ile demokrasiyi kısıtlıyor. (Bunu savumak için, “efendim, yargı denetiminden yoksun demokrasi olmaz; Batı’da da zaten durum öyle” deniyor. Tamam, doğru. Ama kritik soru, yargının seçilmişleri hangi kritere göre denetlediği. Batı’daki kriter, birey hak ve özgürlükleri. Bizdeki kriter, Altı Ok.) MHP Kurucular Kurulu üyeleri, bu “devlet iktidarı” karşısında “milli irade”yi savunuyor, hatta ülkücülüğü “millet iradesini hâkim kılma mücadelesi” olarak tanımlıyor. Sonra da üzülerek ekliyorlar: “Ne var ki, Başbuğumuzun vefatından sonra yönetime gelen şimdiki kadro, bin bir zorluklar ve emeklerle yeniden kurduğumuz partimizin ülkücü misyonunu, kuruluş felsefesini terk ederek darbeciler ile aynı safta yer almıştır.” Bu demokratik tepkiyi veren MHP kurucularını, aynı yönde tavır koyan Ülkü Ocakları Kurucu Genel Başkanı sayın Ramiz Ongun’u ve merhum Türkeş'in 53 yıllık “ülküdaşı” muhterem Ali Sahir Nariç’i tebrik ediyorum. Onlar, Devlet Bahçeli’nin yakışıksız ifadesiyle “ülkücü müsveddeleri” değil, bilakis ülkücü geleneğin yüz akları. Son olarak şunu da ekleyeyim: Söz konusu “ülkücü demokratlar”dan, ülkedeki demokratikleşme sürecinin önemli bir parçası olan “Kürt açılımı”na tepki ve itiraz geldiği, mâlum. Ancak “devlet ideolojisi” yerine “millet realitesi”ni esas alan bakışlarını korudukları takdirde, onların da kendi gelenekleri içinde bir “Kürt açılımı” yapabileceğine inanıyorum. Çünkü eminim onlar da görüyordur ki, mevcut MHP yönetiminin savunduğu (ve patenti aslında Kemalizm’e ait olan) “tektipleştirici milliyetçilik”, milletin Kürt unsurunu kucaklayamıyor. Buna karşın, Ak Parti’nin, Müslüman kimliğine ve Osmanlı geleneğine atıfta bulunan “çokluk içinde birlik” mesajı, Güneydoğu’da teveccüh görüyor. Bu olmasa, meydan sadece PKK’ya kalsa, iyi mi olacak? Umarım, gelecek pazartesi, sadece yenilenmiş bir anayasaya değil, aynı zamanda MHP camiasının tüm bunları düşünerek bir “nefis muhasebesi”ne girişeceği yeni bir döneme uyanırız. Bu vesileyle, ister “evetçi” ister “hayırcı” olsunlar, tüm okurlara hayırlı bayramlar.
Ülkücü Demokratlardan ‘Evet’ Çıkışı
[8 Eylül 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
İki gün önceki referandum konulu yazımı şöyle bitirmiştim: “Umarım, gelecek pazartesi, demokrasinin ‘evet’le kazandığı, CHP’nin yenildiği, MHP’nin ise utandığı bir Türkiye’ye uyanacağız.”
Ancak kendimi tashih etmeli ve “MHP” yerine “mevcut MHP yönetimi” demeliyim. Özellikle de MHP Kurucular Kurulu üyelerinin yayınladığı “evet” açıklamasından sonra.
MHP’nin 16 kurucu üyesinin imzasını taşıyan söz konusu metin, esaslı bir siyasi analiz içeriyor. Öncelikle, ülkedeki temel sorunun 27 Mayıs Darbesi’yle kurulan örtülü CHP iktidarı olduğunu tespit ediyor: