Faşizm Zaten ‘Çağdaş' Bir Şeydir
[30 Kasım 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Güzel kentimiz İzmir'in aslında “faşizmin kalesi” olduğu gerçeği, bir “taş” eylemi iyice faş oldu. Son günlerde bir dizi yazar da bu konuya el attı. Ancak kanımca bu yazarların bazıları hala püf noktayı ıskalıyor. Çünkü İzmir'in dillere destan “çağdaş” kimliği ile “faşist” yüzü arasında bir tezat olduğunu varsayıyor, “yahu bu ilerici kent nasıl böyle faşistleşiverdi” diye soruyorlar.
Oysa İzmir, zaten “çağdaş” olduğu için faşizme bu kadar yatkın. Arada tezat değil, paralellik var.
Anlatayım. Öncelikle “çağdaş”ın anlamını belirleyelim. Bu kavram, en azından Türkiye'de, “devrim öncesindeki ‘karanlık' çağın dogmalarından tümüyle arınıp, bilimi ve Ulu Önder'i tek yol gösterici edinip, sonra homojen bir ulus yaratmak için çalışıp, en son da kendini ona armağan etme hali” gibi bir anlam taşıyor. (İnanmazsanız, “Milli Eğitim” kitaplarına, “Andımız”a, Genel Kurmay bildirilerine filan bakabilirsiniz.)
Bu “çağdaşlık” hali ise aslında bize özgü bir durum değil. Buna benzer bir zihniyet 1920'ler Almanyası'nda da gelişmişti. Zemini döşeyen düşünür, “Tanrı öldü!” diyen Nietzsche idi. Onun açtığı yolda gidenler, geleneksel dini terk edilmesi gereken bir karanlık (Nietzsche'nin deyimiyle “köle ahlakı”) sayan bir anlayışı yaydılar. Kadim değerler bu şekilde bir anda silinip atılınca, yerine “en hakiki mürşit” olarak bilim kondu ki, bu, o devirde “biyolojik ırkçılık” ve “ırksal arınma” (öjeni) gibi kavramlara denk geliyordu. Dahası, geleneksel dinin yokluğundan doğan “maneviyat boşluğu”, Lider (führer) Devlet (reich) ve Ulus (volk) gibi putlaştırılmış siyasi kavramlarla doldurdu.
Sonuçta Alman toplumu, Lider, Devlet ve Ulus uğruna her şeyini fedaya hazır ve bunların hasımlarına karşı her zulmü onaylar kıvama geldi. Geleneksel değerler kamusal hayatın tümüyle dışına itildiği için, resmi ideolojiye karşı güçlü bir “referans kaynağı” kalmamıştı. Mesela Yahudiler toplama kamplarında çoluk-çocuk öldürülürken, “yazıktır, günahtır, masumlara kıyılamaz” diyecek bir kamusal vicdan bulunmuyordu.
Naziler'in çağdaş yaşam biçimi
Nazizm'in yükselişi ile Alman toplumunun “çağdaşlaşması” arasındaki bu paralellik, pek çok sosyal bilimci tarafından incelenmiştir. Amerikalı Yahudi düşünür Leo Strauss, bu yüzden faşizme karşı en büyük güvencenin geleneksel din olduğunu düşünmüş, kendisi bir ateist olmasına karşın “toplumsal yaşamda dinin etkisini” ısrarla savunmuştu.
Bu arada, unutmadan, Naziler'in “yaşam biçiminin” de alabildiğine “çağdaş” olduğunu belirteyim. Bütün Nazi subayları, Wagner dinlemeyi, iyi şarap seçmeyi, balolarda dans etmeyi, ve Onur Öymen'in kriteriyle “bir kadını dansa kaldırmayı” iyi bilen adamlardı. Yahudiler'e duydukları nefretin bir sebebi de, onları “Aryan ırkının güzelliğine yakışmayan, sakallı, takkeli, kara-kuru, pis yaratıklar” gibi görmeleriydi. 1940 tarihli Nazi propaganda filmi Der Ewige Jude, Yahudileri bu “estetik” açıdan kötülüyor, onların dini kurallara (“koşer” kaidelerine) göre gerçekleştirdikleri hayvan kesimlerini de “barbarlık” olarak niteliyordu.
Türkiye'nin şansı şu ki, faşizmin zemini olan bu “çağdaşlık”, tüm topluma nüfuz edemedi, geleneksel dini söküp atamadı. Onun için de “kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi” olma gibi değerlere sahip siyasi hareketler geniş taban buldu ve bulmaya devam ediyor.
Eğer böyle olmasaydı da, tüm meclis Onur Öymen, tüm memleket İzmir gibi olsaydı, halimiz nice olurdu, bir düşünsenize. Kim bilir daha ne çok ana ağlardı...