Kadercilik Sahiden Dinden Mi Gelir?
[25 Kasım 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Her ikisi de üniversiteden hocam olan Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu'nun yürüttüğü “Türkiye'de Dindarlık” araştırmasını ilgiyle okudum. Tespitleri, ilginç ve önemliydi.
Mesela “hoşgörü” meselesi... Raporda, “Türkiye'de yüzde 89 ölçüsünde müthiş bir çoğunluğun kendi inanışlarında olmayan dinlere de saygı gösterilmesi gerektiğini düşündüğü” belirtiliyor. Yani durum ilk bakışta iyi. Ama bu hoşgörüyü hayata geçirmeye gelince işler değişiyor. Gayrımüslimlerin “kitap basıp yayınlaması veya fikirlerini açıklaması” hakkı sorulunca, buna “olur” verenlerin oranı yüzde 35 civarına geriliyor.
Yani, bizim toplum hoşgörünün iyi bir şey olduğuna inanıyor ve dahası buna sahip olduğunu düşünüyor. Ancak bu hoşgörünün içeriği pek dolu değil.
Aynı, “tabii ki Kürtlere saygılıyız, ama öyle ulu orta Kürtçe konuşmasınlar” diyenlerde gözüktüğü gibi.
‘Metafizik güçler'
Benim asıl değinmek istediğim mesele, araştırmada “kadercilik” üzerine söylenenler. “Türkiye'de deneklerin sadece yüzde 28'i hayatın akışını kendimizin değiştirebileceğine inanmaktadır” tespiti yapıldıktan sonra şu yorum yapılmış:
“Kadercilik, veya metafizik güçler tarafından büyük ölçüde belirlenen bir hayat algısının toplumda yaygın olarak paylaşıldığı izlenimi ortaya çıkmaktadır.”
Bunu dikkatlice okumayan birisi, “metafizik güçler”e inanmanın kaderciliğin doğrudan sebebi olduğunu düşünebilir.
Oysa araştırmada bu yargıyı geçersiz kılacak çok önemli bir örnek var: Amerikan toplumu.
Amerika, Kanada ile birlikte, “Hayatımızın akışını değiştirebilmek için yapabileceğimiz çok az şey vardır” yargısına en az katılan toplum olarak ortaya çıkmış. Amerikalıların yüzde 80'inden fazlası, “hayır, hayatımızı değiştirebiliriz” demiş.
Ama aynı Amerika, “Allah tek tek herkesle ilgilenir mi?” sorusuna, “evet” cevabını en yüksek oranda veren toplumlardan biri olarak da ortaya çıkmış: Yüzde 73. (Aynı oran Doğu Almanya'da yüzde 20'nin Fransa'da yüzde 30'un altında.)
Yani, Amerikalıların ezici çoğunluğu, hem Allah'ın hayatlarının içinde olduğuna inanıyorlar, hem de hayatlarını kendi elleriyle değiştirebileceklerine dair güçlü bir özgüvene sahipler.
Dinin illa pasifizm ürettiği ezberine inananlar, bu iki durum arasında çelişki görebilirler. Oysa çelişki değil, aksine doğrusal ilişki var. Çünkü Amerikalı “düşünce tarihçisi” Walter Russell Mead'in vurguladığı gibi, ABD'deki yaygın din anlayışı, Allah'ın her insana kendi hayatını yönetme hakkı ve gücü verdiğini kabul ediyor. “Amerikan iyimserliğinin ve dinamizminin temelinde” diyor Mead, “dini inanç vardır.”
İslam'da dinamizm ve pasifizm
Bazı ilahiyatçılar, İslamiyet'in de aslında ilk başta “dinamizm” üreten bir din olduğunu, ama Emeviler'le başlayan bir süreç içinde “kaderci” hale geldiğini savunur. “Zihniyet tarihçisi” merhum Prof. Sabri Ülgener de aynı yargıyı paylaşır ve şu teşhisi yapar:
“Kadercilik, dinin ve hele İslam'ın getirdiği bir şey değil; çöl ve bozkır adamının eğip-bükemediği tabiat zoru karşısında aczinin ifadesi demek... Mümkündür ki, teslimiyet adı ve maskesi ile dine -İslam'a- ‘kapağı atıp' varlığını onun desteğinde ve üstelik de kutsallaşmış olarak sürdürmenin kolayını bulmuş olsun.” (Zihniyet ve Din, s. 10)
Yani “boynu bükük” kadercilik ile dindarlık, farklı şeylerdir. Bazen iç içe geçseler de...
Peki bu kadercilik, dinden ayrı olarak, tek başına, seküler biçimde de var olur mu?
Tabii olur. Tüm dünyanın her şeye kâdir “komplocular” (emperyalistler, kapitalistler, Siyonistler, vs.) tarafından yönetildiğine ve bizim de bunların elinde sürekli “piyon” ve “oyuncak” olduğumuza inanmak, tam da böyle bir şeydir işte...