Kapitalizm Müslüman'ın Yitik Malıdır (I)
[27 Temmuz 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
MÜSİAD'ın kurucusu Erol Yarar'ın Star'dan Fadime Özkan'a verdiği söyleşiyi okudunuz mu? “Türkiye'nin gerçek burjuva sınıfı biziz!” demiş Erol bey, isminin başındaki “müstakil” kelimesini bazılarının “Müslüman” diye okuduğu kuruluştan söz ederken. Türkiye'de dindar bir girişimci sınıf oluştuğunu, bunun klasik (ve “laik”) İstanbul sermayesinin aksine devletten nemalanmadığını, bu yüzden dinamik ve dışa açılımcı olduğunu anlatmış. Daha da ilginci bu süreçte muhafazakar Anadolu insanının parayla, kaliteyle, mesela “marka ayakkabı” ile tanıştığını belirtmiş.
Tüm bunları “vah, vah” ve hatta “bu ne rezalet” diyerek okuduğunu tahmin ettiğim üç ayrı kesim var. Birincisi beş vakit namaz kılan insanları toplum içinde en fazla “kapıcı Bayram efendi” statüsünde görmeyi kabullenen laik yobazlar. İkincisi Erol Yarar'ın tarifiyle “bir lokma bir hırkaya inanan” ve modern dünyayı pek tanımayan mutaassıp Müslümanlar. Üçüncü kesim de ikincisindeki “bir lokma bir hırka” algısını kullanarak İslami kesime onyıllardır sosyalizm satan solcular.
Bu üç yaklaşımdan ilki, psikolojik tedavi gerektiren histeri ve paranoyalara dayanıyor ki, şimdilik geçiyorum. Diğer ikisinde ise sadece “Müslüman vicdanı” ile “sermaye”nin ve sermayeye dayalı bir ekonomik sistem olan “kapitalizm”in uyuşmadığı yönünde yanlış bir varsayım var.
Buradaki kritik mesele ise “kapitalizm”in ne demek olduğu.
Türkiye'de yakın zamana kadar “demokrasi” için tuhaf bir tanım yapılır, “demokrasi, Allah'ın değil insanların iradesinin hakim olduğu bir siyasi rejimdir” denirdi. Eee, bunu böyle tarif edince de tabii demokrasi İslam'ın yanından bile geçemezdi. Kapitalizme “insanların paraya kulluk ettiği, aç gözlülüğe dayalı bir ekonomik sistem” demek de bunun gibi bir şey.
“Kapitalist zihniyet”in gerçekte ne olduğunu, bunun dinle ilişkisini de çözümleyen büyük sosyolog Max Weber iyi anlatır. Weber'e göre bir kültürün kapitalizm üretebilmesi için iki önemli şart vardır. Birincisi, çalışıp para kazanmayı makbul görmektir. İkincisi ise zevk-ü sefaya düşkün olmamak, aksine tutumlu ve mütevazı bir hayat sürmeyi ilke edinmektir ki, kazanılan para çarçur edilmek yerine biriktirilip, “sermaye” yapılıp “yatırım”a dönüştürülebilsin. Bunu yapan adam, “ah, sevgili paracıklarım” diye ellerini ovuşturarak altınlarını sayıp duran bir “paraperest” de değildir, çünkü parasını yığıp biriktirmek yerine risk altına sokmaktadır. Eğer bir de elde ettiği kârın bir kısmını hayır ve hasenat işleri için kullanıyorsa, tam anlamıyla erdemli bir kapitalist olmuş olur; çünkü sadece kendini ve ailesini değil aynı zamanda “karnı aç yatan” komşusunu da düşünmektedir.
Max Weber işte bu “kapitalist ahlak”ın Batı'da Protestanlık ve özellikle de Kalvinizm mezhebi sayesinde doğduğunu göstermişti. Bu, dinin “belirleyici” değil de hep “belirlenen” bir kurum olduğunu varsayan Marksist ezberi bozuyordu. Dinin “gelişmeye engel” olduğu ve Batı'nın ancak dinden uzaklaşarak ilerlediği yönündeki sekülerist dogmayı da sarsıyordu. (Bu dogmanın Türkiye'deki müminleri olan Kemalistler Weber'i hiç bilmezler, duyunca da “şeriatçı komplo” sanırlar.)
Yalnız Weber'in mühim bir eksiği vardı: Batı dışındaki kültürlere pek vakıf değildi. Hele de İslam'ı çok iyi bilmiyordu. Bu yüzden de İslam'ın “kapitalist ahlak” üretemeyeceğini savundu. Oysa tam da onun tarif ettiği türde bir “kapitalist ahlak”, “rızkın onda dokuzu ticarettedir” diyen İslamiyet tarafından Protestanlık'tan neredeyse bin yıl önce Ortadoğu'da üretilmişti!..
Devamı, Çarşamba'ya...