“Ancak ulemanın bu (sınırlandırıcı) rolü kalıcı olmadı. Hukuk yapma işi, sonunda modern/Batılı sistemle eğitilen yeni bir hukukçular sınıfının eline geçti. Ulemanın aksine, bu yeni hukukçuların devletten bağımsız olma geleneği yoktu. Onlara göre hukuk, Tanrı'dan değil devletten kaynak buluyordu. Bu dünya görüşünün doğal sonucu olarak, devletin organlarını hukukla sınırlandırma konusunda çoğunlukla isteksiz oldular.” (s. 69)Sorun şöyle de özetlenebilir: İslam medeniyetinin geleneksel adalet normlarını “gericilik” diye terk eden, Batı medeniyetinin vardığı liberal demokratik normları da kavrayamayan Türk hukuk sınıfı, hem bağımlı hem de taraflı bir “devlet aygıtı” olup çıkmıştır. (İstisnaları tenzih ederim). Tek çıkış noktası, devletten ve her türlü siyasi güçten bağımsız ve onların üstünde bir “adalet” mefhumuna inanmaya başlamasıdır ki, bu nasıl sağlanır, doğrusu bilemiyorum...
Ne Şeriat Ne Demokrasi = Bağımlı Yargı!
[27 Mayıs 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Bugün 27 Mayıs. Türk siyasi tarihinde bir kara leke. Tam 49 yıl önce bugün, milletin seçtiği meşru Demokrat Parti iktidarı, silahlı bir çete tarafından alaşağı edilmişti. Aynı silahlı çete bir süre sonra da Yassıada'da Stalinvari bir devrim mahkemesi kurarak “düşük” Demokratları yargıladı. Mahkeme başkanı Salim Başol'un sanıklardan gelen bir itiraz üzerine söylediği “sizi içeri tıkan kuvvet böyle istiyor” şeklindeki ünlü söz, her şeyi özetliyordu. Mahkeme, adaletin gereğini değil, o “kuvvet”in isteklerini yerine getirmek için kurulmuştu. O istek uyarınca da rahmetli Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın katline karar verdi.
Salim Başol bugün aramızda değil. Ama onun gibi düşünen ve hükmeden daha nice hakim ve savcı var. Bunların ortak özelliği, hukuku, adalete değil, siyasi bir kuvvete hizmet eden bir mekanizma olarak görmeleri. Kimi zaman o “kuvvet”ten talimat veya “brifing” alıyorlar. Çoğu zaman da buna ihtiyaç kalmıyor, çünkü o “kuvvet” ile zaten aynı ideolojiyi paylaşıyor, bu ideolojiye hizmet etmeyi “görev” sayıyorlar.
Prof. Sancar ve Doç. Suavi Aydın'ın hazırladığı “Adalet Biraz Es Geçiliyor: Demokratikleşme Sürecinde Hakimler ve Savcılar” başlıklı TESEV raporu, tam da bu soruna ışık tutuyor. Kendileriyle görüşülen 51 hakim ve savcı arasında “Ben Cumhuriyet Savcısıyım, işin içine devlet girdiği zaman taraf olmak zorundayım” diye açık açık söyleyenler var.
Buradaki temel sorun, hukukun siyasi bir güç olan “devlet”in hizmetine sokulması. Bunun bir diğer anlamı, hukukun, devlet kurumlarının muhtemel baskı ve zulümleri karşısında vatandaşı korumak gibi bir görev üstlenmemesi. Yani hukuk, Başbakan Erdoğan'ın sevdiği tabirle, “sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi” olmuyor. Devletin sesi ve tokmağı oluyor.
Bu “devletçi yargı zihniyeti”nin, temel amacı bireyi korumak olan liberal demokratik Batı normlarına uymadığını biliyoruz. Ama bir şeye daha uymuyor: İslam medeniyetinin geleneksel adalet normlarına.
Bu soruna işaret eden ilginç isimlerden biri, Harvard Üniversitesi hukuk profesörü Noah Feldman. Feldman, “The Fall and Rise of the Islamic State” (İslam Devleti'nin Düşüş ve Yükselişi) adlı kitabında önemli bir gerçeğin altını çiziyor: İslam medeniyetinde hukukun kaynağının “devlet” değil Allah oluşu... Zaten bu nedenle modern çağa dek İslam coğrafyasında “hukuk yapma” görevi, devlete değil, ondan bağımsız olarak hakikati arayan “ulema”ya, yani din adamlarına ait. Bu din adamlarının önemli bir amacı ise (bazen başaramasalar da) “müstebit sultan”ı, yani despot devleti sınırlandırmak.
Feldman bu yapının modern dönemde nasıl bozulduğunu kitabında şöyle anlatıyor: