Darbenin İdeolojisi
[23 Mart 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Gazeteci Mustafa Balbay'ın basına düşen günlüklerini okudukça, insan Türkiye'nin nasıl bir ülke olduğunu daha iyi anlıyor. Öyle bir yer ki burası, bir grup asker ve sivil, seçilmiş hükümeti devirmek için hep birlikte oturup planlar yapıyor. Asker dediğimiz adamlar, yıldızlı apoletler taşıyan generaller. Sivil dediklerimiz, bunların karargahlarına girip çıkan, onlarla oturup “durum değerlendirmesi” yapan, hatta onları “paşam, bari bir açıklama yapsanız” diye teşvik eden ajitatörler. Aralarındaki üniforma farkı belli ki fazla fark yaratmıyor. Hepsi aynı yolun yolun yolcusu, aynı ideolojinin adamı.
İşin daha da ilginç yanı, tüm bunların ortaya çıktığı bir Türkiye'de, pek çok “kanaat önderi”nin hala Ergenekon davasına dudak bükmesi. Ortaya saçılan darbe planlarına karşı en ufak bir tepki göstermiyor, aksine bunları deşifre edenlerin “fazla güçlendiğinden” yakınıyorlar. Kimileri açıkça “Ergenekon'un avukatıyım” diyor, kimileri de, muhtemelen, içten içe “vah, ne yazık, yapamamışlar güzelim darbeyi” diye hayıflanıyor.
Tüm bunların önümüze koyduğu yakıcı sonuç şu: Askeri darbelerin kumandasında sadece askerler yok. Bir grup subay tek başlarına oturup plan kurmaya başlamıyor. Dünyaya onlarla aynı pencereden bakan “sivil” ahbapları var: gazeteciler, hukukçular, siyasetçiler, iş adamları, dernekçiler, vakıfçılar vs... Bunların ortak noktası, paylaştıkları ideoloji. Bu ideoloji onlara “ülke şu esaslar üzerinde kalmalıdır, eğer buradan bir sapma olursa, darbe yapmak sadece meşru değildir, şarttır” diye vaz' ediyor.
Bu ideoloji öyle bilinmedik, duyulmadık bir şey de değil. Bazen giriyorum kitapçılara, bakıyorum “çok satanlar” listesine, Türkiye'nin “işgal altında” olduğu, “hainler” ve “karşı devrimciler” tarafından satıldığı, yeni bir “milli mücadele” gerektiği gibi zırvaları ballandıra ballandıra anlatan kitaplarla karşılaşıyorum. Aynı mesaj, Cumhuriyet gibi gazetelerin köşelerinden ve “yerel seçim” gibi küçük demokratik ayrıntılarla meşgul olmadığı zamanlarda CHP'nin kürsülerinden de yükseliyor. İnternette gezen “toplu paranoya mailleri” de cabası.
Gerçekçi olalım: Bu ideoloji toplumda yankı bulduğu sürece, darbe girişimleri hep taban bulacaktır. Darbe yapılıp yapılmaması da hep bir “konjonktür meselesi” olacaktır. Bazılarımız biraz iyimser bir bakışla “artık darbeler devrinin bittiğini” söylüyor. Ben de öyle olmasını umuyorum; ama kesin konuşmak için vakit erken olabilir.
Darbe ideolojisinin kesin olarak diskalifiye edilmesi ise, ancak Türkiye'nin geçmişindeki Tek Parti dönemiyle hesaplaşmasıyla mümkün olabilir. Tüm darbelerin anası, aslında o dönemi başlatan Takrir-i Sükun Kanunu'dur. Bununla muhalefet kapatılmış, sivil toplum yok edilmiş, “iç düşmanlar” darağacına gönderilmiştir. “Asr-ı Saadet”i burada gören bir kişinin “şartlar yeniden gerektirdiğinde” silaha sarılması veya buna onay vermesi hiç sürpriz olmaz.
Geçenlerde TRT II ekranlarında tartışıyorduk. Karşımdaki beyefendi, “Türkiye'de Aydınlanma devrimi Tek Parti döneminde başlamış, ama ne yazık ki yarım kalmıştır” dedi. Darbelere karşı olduğunu da ekledi. Ama ne fayda... Türkiye tarihini böyle okuduktan sonra, yeni bir “Aydınlanma devrimi”ne, “bin yıl sürecek bir 28 Şubat'a” alkış tutmanın önünde pek bir engel kalmıyor.
Onun için bu gibi “kuruluş efsaneleri”ni biraz deşmek, Aydınlanma veya pozitivizm gibi felsefi temellerini ve otoriter siyaset, asimilasyonist milliyetçilik, içe kapalı ekonomi gibi pratiklerini sorgulamak lazım. Yoksa 28 Şubat'ın kendisi değilse de ruhu gerçekten epey bir yaşayabilir.