Hangi Rejimler Dini ‘Vicdanlara' İter?
[11 Şubat 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
1931-36 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel sekreterliğini ve rejimin “üçüncü adam”lığını yürüten Recep Peker, laikliği tarif ederken şöyle buyurmuştu:
“Türkiye'de din telakkisinin hududu, yurttaş vücudunun cildini aşamaz.”
Yani din, sadece yurttaşların “vicdanları”nda yer alabilir, oradan çıkıp toplumsal hayatta kendini ifade edemezdi.
O devirden bu yana Türkiye halkına dayatılan resmi laiklik anlayışı hep bu ezber üzerinde gelişti. En son AK Parti'ye açılan “kapatma davası”nın iddianamesinde de, Başsavcı, dinin “kendi alanında, vicdanlardaki yerinde” tutulması gerektiğini vurguluyordu.
Peki ama bu ezber doğru mudur? Dinin yeri gerçekten sadece “vicdanlar” mıdır? Ve onu sadece orada tutmak isteyenlerin derdi nedir?
Gelin, biraz kurcalayalım bu meseleyi.
Öncelikle de şunu tespit edelim: Dinin “vicdanlardan” dışarı taşmasıyla ortaya illa “din devleti” çıkmaz. Çünkü bireyin vicdanı ile devletin otoritesi arasında çok büyük bir alan daha vardır: “Sivil toplum”. Bu alanda, devletten bağımsız olarak kendi başına örgütlenmiş kurumlar yer alır. Dini cemaatler, tarikatlar, eğitim kurumları, hayır dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin hepsi “sivil toplum” içindedir ve dolayısıyla devletin laikliğine bir halel getirmez.
Peki o zaman “hayır, din sadece vicdanlarda kalmalı, o hududu aşmamalı” diyenler niye böyle demektedir?
Geçen ay hayata gözlerini yuman Amerikalı düşünür Richard John Neuhaus, din ve kamusal alan konusunda bir klasik sayılan “Çıplak
Kamusal Alan” (The Naked Public Square) adlı kitabında bu soruyu şöyle cevaplar:
“Eğer din, sırf bireysel vicdan düzeyine indirgenirse, kamusal alanda sadece iki aktör kalmış olur: Devlet ve birey. Bu ikisinin arasında ahlaki değerler yaratan ve temsil eden ara bir kurum olan din ortadan kaldırılmıştır. Ve artık devletin tutkularını dizginleyecek bir kurum kalmamıştır... Bu tür bir laik devlet, sonunda totaliterizme varır.”
İşte tam da bu yüzden, tüm totaliter laik rejimler geleneksel dini kurumları yok etmeyi veya etkisizleştirmeyi hedeflemiştir. Neuhaus şöyle devam ediyor:
“Hitler'in Nazi Almanyası'nda veya Marksist-Leninist doktrine bağlı devletlerde asıl saldırı bireysel dini inançlara yönelik değildir. Bu inançlar birer kişisel ‘hurafe' olarak geçiştirilebilir, çünkü sonuçta devletin gücüne karşı önemli bir tehdit oluşturmazlar. Asıl saldırı, dini inançları taşıyan ve savunan kurumlara yöneliktir. Bu kurumlar ki, devleti hesaba çekebilecek aşkın bir otoriteye atıfta bulunmaktadırlar. Bu kurumlardır ki, totaliter devletin o klasik sloganına bir tehdit oluştururlar: Her şey devlet içindedir, hiç bir şey devlet dışında değildir.”
İşte, Türkiye'deki sorunun özü de buradadır: Devlet, toplumun değerlerinden, inançlarından ve taleplerinden etkilenerek oluşan demokratik bir yapı değil; aksine kendi ideolojisini topluma empoze eden totaliter bir yapı olarak tasarlanmıştır. O yüzden her şeyi “içine” almaya, tüm sivil toplumu kendi ideolojisine boyun eğdirmeye çalışmaktadır.
Peki ama böylesi daha mı iyidir? Özelilkle bizim gibi “geri kalmış” toplumlara gereken tam da bu mudur?
Rejim bekçilerinin “evet, aynen öyle” diyeceklerine eminim. Ama bu durumda hemen sormak lazım onlara:
Toplumun değerlerini, inançlarını ve taleplerini dinlemediniz, bunları ifade eden sivil toplumu ve dahası siyasi muhalefeti bastırdınız da iyi mi oldu?
Bunları bastırmasaydınız, “Türk Tarih Tezi” gibi zırvalar üretmekten, “Türk kafatası”nın ırki vasıfları hakkında “bilimsel” konferanslar düzenlemekten, bu kadar uçlara savrulmaktan korunmaz mıydınız?
Bunları bastırmasaydınız, Kürtlerin varlığını inkar etme ve dillerini yasaklama gibi zırdelice işlere girişmekten alıkonmaz mıydınız?
“Tek doğru”ya inanıp bunu herkese dayatmak yerine farklı doğrulara izin verseydiniz, bugün hem daha az bölünmüş hem de daha renkli bir Türkiye'de yaşıyor olmaz mıydık?