‘Milli Menfaatler' Ahlaktan Önemli Midir?
[16 Şubat 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Önceki hafta bir haber kanalını izliyordum. Konu, tiyatrocu Atilla Olgaç'ın itiraf ettiği ve büyük gürültü koparan "esir Rum askerini öldürme" olayıydı. Sunucu, stüdyo konuğu olan uzmana, “bunun ulu orta ifade edilmesi Türkiye'yi çok zor durumda bıraktı, değil mi” diye sordu ve ardından şuna benzer bir şey dedi: “Savaşta böyle şeyler olur, bunları böyle çıkıp ortada çıkıp söylemek ise Türkiye'nin milli menfaatlerine aykıdır.”
Ekranları başında bu sunucuyu izleyen pek çok kişi, bu görüşe hak vermiş olabilir. Çünkü biz, “Türkiye'nin milli menfaatleri”nin, Türkiye'nin ayıplarını örtbas etmeyi gerektirdiğine inandırılmış bir toplumuz. Oysa bu ezberde ciddi bir sorun var.
Sorun, bu ezber sahiplerinin empoze ettiği “değerler hiyerarşisi”nde. Buna göre, “devlet”in ve “millet”in biz vatandaşlar için en yüce değer olması şarttır. Hak, adalet ve dürüstlük gibi ahlaki değerler ise ikinci plandadır. Devlet ve millet, bu değerleri koruduğu ve sahiplendiği ölçüde kıymetli değildir. Aksine, sadece onlara mensubiyet taşıdığımız için kıymetlidirler. Ve o kadar kıymetlidirler ki, onlar uğruna söz konusu ahlaki değerler kolayca göz ardı edilebilir.
Böyle düşünmeye alışmış bir zihin, ahlaki değerleri üstte tutan insanları anlayamaz. Onların ya “gafil” ya da “hain” oldukları sonucuna varır. Mesela lügatımıza yakın zaman önce giren “vicdani ret”i ele alalım. Bu yolu tutan insan, “benim inancımda veya felsefemde hangi gerekçe ile olursa olsun şiddete yer yoktur” demekte ve bu yüzden askerlik yapmayı reddetmektedir. (Onun yerine de bir başka “kamu hizmeti”ne koşulacaktır.) Eğer biz onu yine de kulağından tutup askere götürürsek, “milli menfaatler senin ahlaki kıstaslarından daha önemlidir arkadaşım” demiş oluruz.
İyi ama devlet ve millet gibi politik ve sosyolojik kavramlar, neden hak, adalet ve dürüstlük gibi evrensel değerlerden daha üstün olsun? Neden herkes böyle düşünmek zorunda kalsın? Buna zorlanan bir toplum, toplum değil, “garnizon” olmaz mı?
Dahası, eğer devleti ve milleti bu ahlaki değerlerden üstün tutar isek, o zaman söz konusu devleti ve milleti nasıl iyileştirebilir, nasıl daha erdemli hale getirebiliriz? Örneğin işkence yapan devletin suçunu yüzüne vurup ona hesap sormadıkça, aksine “kol kırılır, yen içinde kalır” dedikçe, devleti işkencecilikten nasıl vazgeçebiliriz?
Gerçekte, devlet ve milleti, uğruna her şeyin feda edilmesi gereken birer “fetiş” haline getirmenin aslında ne devlete, ne millete ne de bireylere faydası yoktur. Aksine, bireylerin bu “fetiş”leri aşan bir değerler sistemine sahip olması gerekir ki, dönüp de devleti ve milleti eleştirip düzeltebilisinler. Kendilerini riske atarak bu işe girişmeleri ise, “vatan hainliği” değil, aksine “vatanseverlik” işareti sayılmalıdır. Amerikalı siyasetçi Robert Kennedy'nin zamanında dediği gibi; “en sert eleştiriler, çoğunlukla idealizm ve vatan sevgisi ile el eledir.”
Bizde Cumhuriyetin başından beri “iç düşman” sayılan liberallerin, solcuların, Kürtlerin ve mütedeyyin Müslümanların “rejim muhalifliğini” biraz da böyle anlamak gerek.
Ancak bu grupların, özellikle de ilk üçünün fark etmesi gereken bir şey daha var: “Türkiye fetişizmi”ni iş edinen “iç güçler” olduğu gibi, Türkiye düşmanlığını meslek edinen “dış güçler” de mevcut. Birincisine karşı koyarken ikincisinin yörüngesine girmemeye dikkat etmek gerek.
Tüm bu farklı güç merkezleri arasında sağlam durmanın tek yolu ise, zihinsel ve vicdani ibremizi hak, adalet ve dürüstlük gibi evrensel değerlere çevirmektir. O zaman hem ülkemizin “kirli çamaşırlarını” ortaya çıkarıp onu adam akıllı eleştirebilir, hem de ona haksızlık yapanlara karşı ilkeli bir duruş sergileyebiliriz.
Her ikisinin de fazlasıyla gerektiği bir devirdeyiz zaten.