“Erken Cumhuriyet ideolojisi, toplumda dinin oynaması gereken rol ve seçkinlerin nitelikleri konularındaki temel vurgularını İkinci Meşrutiyet Dönemi Garpçıları'nın, bilhassa 1910-1914 arasında geliştirdikleri tezlere dayandırmıştır... İkinci Meşrutiyet Dönemi Garpçıları'nın din konusundaki tezleri ise on dokuzuncu asır ortalarında Almanya'da gelişen ve vülger materyalizm (Vulg√§rmaterialismus) olarak adlandırılan bilimci hareketin temel yaklaşımları etrafında şekillenmiştir. Osmanlı Garpçıları'nın kutsal kitabı haline gelen Ludwig Büchner'in Madde ve Kuvvet isimli eserinde en çarpıcı anlatımını bulan bu hareket, deneysel bilimler ve tıp alanındaki gelişmelerle Darwinizm ışığında insanlık tarihinde ‘mevcut dinlerin sonu' denilebilecek bir aşamaya gelinildiğini savunuyordu. Geleceğin toplumunda bilim tüm insanlığın dini haline gelecek ve bu sayede her türlü inançtan arındırılmış, deneysel bilimin yol göstericiliği dışında hiçbir rehbere ihtiyacı olmayan yeni bir gerçeklik şekillenecekti.”İşin en tuhaf yönü, 19. Yüzyıl Avrupası'nda epey popüler olan yukarıdaki pozitivist “itikad”ın modern dünyada çoktan terk edilmiş olması. Ama Tek Parti'nin 19. Yüzyıl Avrupası'ndan devşirdiği öğretilere tüm kalpleri ile iman eden Türklerin dünyadan hiç haberleri yok ki...
‘Dini Siyasete Alet Etmek'
[9 Şubat 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Her ikisi de “Yargıtay Onursal Başsavcısı” sıfatını taşıyan iki meşhur hukukçumuz, Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu, geçen hafta bir araya gelip “Cumhuriyetin Neresindeyiz” başlıklı bir panelde konuşmuşlar. Burada her ikisi de “dini siyasete alet edenlere” ateş püskürmüş, son aylarda bu yola meylettiği için CHP'ye dahi yüklenmişler. Hatta Vural Savaş hızını alamamış ve “dini siyasete alet edenleri vatan haini olarak kabul ettiklerini” bile söylemiş.
Bu, kuşkusuz yeni bir söylem yeni değil. Tek Parti döneminden bu yana “dini siyasete alet etmenin” feci bir şey olduğu ve mutlaka engellenmesi gerektiği söylenegeliyor biz TC vatandaşlarına.
Peki neden? Din çok değerli bir şey olarak görüldüğü için mi? Dine pek saygı duyan rejim bekçilerinin gönlü, onun siyasete alet edilmesine elvermediği için mi?
Buna “evet” demek için epey saf olmak lazım. Çünkü aynı rejim bekçilerinin saygı duyduğu, hatta yere-göğe sığdıramadığı daha bir sürü değer var: Cumhuriyet, Atatürk, devlet, millet, vatan veya laiklik gibi. Ama bir gün olsun, “Atatürk siyasete alet edilmesin”, “vatan-millet-sakarya edebiyatı politikaya sokulmasın” diye bir şey demiyorlar. Bilakis, bunları ne kadar yüceltirseniz, onların gözünde o kadar iyi vatandaş ve iyi siyasetçi olmuş oluyorsunuz.
Dolayısıyla bu “dini siyasete alet etme” lafının altında başka bir mana olmalı.
Onu görmek de zor değil. Yürüyen tartışmalara bakınca durum açıkça ortaya çıkıyor aslında: “Dini siyasete alet etmeyin” diyenler, aslında “din özgürlüğünü savunan siyaset yapmayın” demek istiyorlar. Çünkü karşı çıktıkları şeyler, Türkiye'de çok kısıtlı olan din özgürlüğünü genişletmeyi hedefleyen reformlar: Başörtüsünün özgür kılınması, dini eğitimin serbestleşmesi, cemaat ve tarikatların rahat nefes alabilmesi gibi. Bunları savunan bir siyasi parti bir anda “kapatılma” noktasına gelebiliyor. Bırakın bunu, vatandaşların dini inançlarını paylaştığını gösteren söylem ve tavırlar içine giden bir siyasetçi bile rejim bekçilerinin hedefi oluyor. “Dine saygılı laiklik” lafı dahi söz konusu çevrelerde tepki yaratıyor.
Zaten, hatırlasanıza, Cumhuriyet'in kuruluşunda ortaya çıkan iki siyasi partiden biri olan Terakkiperver Fırka, “efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkar” olduğunu ifade ettiği için kapatılmıştı!..
Peki sebep ne? Dine karşı neden bu kadar güçlü bir alerji var?
Dünyanın sayılı üniversitelerinden Princeton'da hocalık yapan değerli tarihçimiz Şükrü Hanioğlu, 22 Ocak 2008 tarihli Zaman'da yayınlanan “Seçkinler, Modernlik ve Dindarlık” başlıklı makalesinde cevabı şöyle özetlemişti: