Davos Krizinin Açtığı Kulvar
[4 Şubat 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki tarihi çıkışı, ben dahil, Türkiye'deki on milyonlarca insanın hislerine tercüman oldu. İsrail'in Gazze'de döktüğü onca masum kanın karşılığında yükselen kuru diplomatik kınamalar, yaşanan korkunç acının yanında sönük ve anlamsız kalıyordu. Caddelerde ve sokaklarda yükselen protesto sesleri ise, uluslararası siyaset sahnesinde yeterince duyulmuyordu. İşte Erdoğan, sadece Türkiye'de değil başta Müslüman coğrafya olmak üzere dünyanın dört bir yanında yükselen haklı isyanı, kalktı, dünya liderlerinin zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in yüzüne vurdu. Gösterdiği tepkinin ahlaki haklılığı, hiç tartışma götürmez.
Peki ya işin diplomatik yönü? Davos gecesinden bu yana bir sürü Türk yorumcu işin bu yanına dikkat çekiyor ve Erdoğan'ı “diplomatik davranmamakla” suçluyor. İyi ama Başbakan da zaten “ben diplomat değil siyasetçiyim” diyor, uluslararası ilişkiler jargonuyla değil, kitlelerin ruhuyla ve diliyle konuştuğunu hatırlatıyor. Onu bir “lider” yapan, hem de bu liderliği Türkiye sınırları dışına taşırıp Arap sokaklarında dalga dalga yayan da bu. İster beğenin, ister beğenmeyin.
Dolayısıyla sormamız gereken soru, Başbakan'ın dilinin “diplomatik” olup olmadığı değil; onun diplomatik olmayan ve İsrail'e “haddini bildiren” dilinin Türk dış siyaseti için ne anlam ifade ettiği ve edeceği.
“Davos krizi”ni kaygıyla karşılayan bir sürü yorumcu, tam bu noktada alarm sinyalleri çalıyor, İsrail'i ve onun ABD'deki lobisini kızdıran bir Türkiye'nin başının büyük derde gireceğini ileri sürüyorlar. Bunun arkasında, “Yahudi kudreti”nin neredeyse her şeye kadir olduğu ve istediği anda “düğmeye basıp” dilediğini yapabileceği yönündeki abartılı algı var. Oysa Erdoğan'ın tutumu, tam da bu “psikolojik sınır”ı yırtmış durumda. Bunun karşısında da İsrail'in “bükemediği eli öpme” tavrına girmesi muhtemel. Bakın, Bar-İlan Üniversitesi öğretim üyesi Amikam Nachmani, İsrail gazetesi Haaretz'de önceki gün yayınlanan yazısını şöyle bitiriyor:
“Türkiye ile yakın bir ilişki İsrail için çok önemlidir. Erdoğan ile tartışmaya girmemeliyiz. Bunun yerine, krizi aşmak ve ilişkileri tamir etmek için bir yol bulmalıyız.”
Yani, İsrail'i dev aynasında görüp Türkiye'yi de ona muhtaç bir ülke gibi algılamak, yanlış. Asıl İsrail'in oturup düşünmesi lazım “Türkiye'yi bile kaybettiğimizde ne yaparız” diye.
Davos krizi üzerine kaygılanıp duran Türklerin görmediği bir diğer önemli gerçek de şu: Erdoğan, İsrail'e “posta koyarak” Müslüman dünyanın kahramanı haline gelirken, hem Türkiye'nin hem de Ortadoğu'nun önüne yeni bir kulvar açmış durumda.
Bunu görmek için önce bir şeyi tespit etmek gerek: Ortadoğu'da onyıllardır iki tip lider olageldi. Birincisi, İsrail'le barış yapan ve dolayısıyla kendi halkları (veya en azından oradaki radikal unsurlar) tarafından “hain” olarak görülenler. İkincisi ise İsrail'e karşı savaş tamtamları çalan “kahraman”lar. Geçmişte Nasır bu ikinci tipin en ideal örneğiydi; bugün Ahmedinecad aynı role oynuyor.
Bu iki gruba da dahil olmayan Erdoğan ise bir “üçüncü yol” açıyor: O hem, Cengiz Çandar'ın da işaret ettiği gibi, artık Ortadoğu'daki “sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimi.” Hem de İsrail'le yoğun diplomatik ilişkileri olan, bölgede barış ve istikrar isteyen, Batı müttefiki Türkiye'nin lideri.
Bu istisnai pozisyona sahip olan “Erdoğan Türkiyesi”, Ortadoğu'daki barış çabalarının Arap tarafındaki en büyük handikapı olan “kitlesel meşruiyet açığı”nın kapatılmasında önemli bir rol oynayabilir. Türk hariciyesi, özellikle de ABD'nin yeni başkanının Ortadoğu politikasını doğru okursa, burada kendine önemli bir rol yaratabilir. Erdoğan “Arap sokağı”nı kazanmaya devam ederken, “iyi polis” diplomatlar da İsrail ile ilişkileri ayakta tutabilir. Yeter ki biraz özgüvenle ve vizyonla hareket edebilelim...