Filistin'in Kurtuluşu
[14 Ocak 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
İsrail, şu an Gazze'de yürüttüğü kıyımın bir benzerini iki yıl önce Güney Lübnan'da uygulamıştı. O zaman İsrail ordusunun başında Dan Halutz adlı bir general vardı. Bu adama bir gazeteci sormuştu, “Bir evi bombalarken orada kadın ve çocukların da olabileceğini düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz” diye. Halutz şöyle cevap vermişti:
“Ne mi hissediyorum? Sadece bombayı bıraktığım anda uçağın altında çok hafif bir sarsıntı. Bütün hissettiğim bu.”
İşte İsrail'in devlet terörü, insanlıktan istifa etmiş böyle mahluklar tarafından yürütülüyor. Bunların temize çıkarılması, işledikleri suçların meşrulaştırılması asla mümkün değil. İşin bu yönü konusunda tek yapmamız gereken, antisemitizm yanlışına düşmemek, İsrail militarizmi yüzünden tüm Yahudileri ve Yahudiliği mahkum etmemek. Bu ayrımı yapmak, sağduyu ve adalet kadar, İslamiyet'in de bir gereği.
İsrail'in yaptıklarını tel'in etmekle birlikte, “bu durum karşısında Müslümanlar ne yapmalı” diye sorgulamak ve Hamas'ın izlemekte olduğu çizgiden farklı bir yolu önermek ise, ne Filistin halkına ihanet ne de “İsrail'in dümen suyuna girmek”tir.
Hamas'ın izlemekte olduğu çizgiden farklı bir yolu önermek, bu teşkilattaki insanların samimiyet, dirayet ve çilekeşliğini görmemek anlamına da gelmez. Ben Necmeddin Erbakan'ın da çok kararlı bir “dava adamı” olduğunu düşünerek kendisine hep saygı duydum; ama onu “tatlı mı, kanlı mı” diye laflar etmeye götüren siyasi çizgiyi de yanlış ve zararlı buldum. 28 Şubat'ın suçlusu 28 Şubatçılardı kuşkusuz; ama bunun tekrar etmemesi için de “Milli Görüş”ten bir öz eleştiri ve yenilenme çıkması gerekiyordu.
Aslında buradaki asıl mesele Hamas da değildir. Mesele, İsrail'in “barış yapılabilir” bir ülke olup olmadığıdır. Eğer Yahudi Devleti, 1967'de işgal ettiği topraklardan asla çekilmeyecek, burada bir Filistin devletine hiç bir zaman razı olmayacak ise, gerçekten de “sonuna kadar silahlı mücadele” tek yol olabilir.
Oysa İsrail, aslında yanı başında bir Filistin devletinin kurulmasını kabule mecbur. Bunu da giderek daha fazla fark ediyor.
1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan sonra durum öyle değildi. İsrail, yeni ele geçirdiği Filistin topraklarını, hele de Tevrat'taki “Yahuda ve Samiriye”ye karşılık gelen Batı Şeria'yı ebediyen gasp etmeye heveslenmiş, onun için de harıl harıl “Yahudi yerleşim birimi” inşa etmeye koyulmuştu. Bu siyaset 90'lı yıllara dek hem Batı Şeria'da hem Gazze'de devam etti.
Ama, bakın, 2005'te enteresan bir şey oldu. İsrail, Gazze'den çekildi ve buradaki tüm yerleşim birimlerini de söktü. Hem de bu işi bu ülkenin en koyu milliyetçilerinden Ariel Şaron yaptı. Peki neden?
Cevap, İsraillerin kafasına 2000'lerin başında dank eden “demografi sorunu”ydu: Tarihi Filistin topraklarındaki Arap nüfusu, Yahudi nüfusundan çok daha hızlı artıyordu. Eğer böyle giderse yakında İsrail sınırları içinde Yahudiler azınlığa düşecek, ülkenin “Yahudi karakteri” tehlikeye girecekti.
İşte bu nedenle bundan böyle İsrail'in stratejisi, Batı Şeria ve Gazze'yi elde tutmak değil, kendine tehdit oluşturmayacak bir şekilde Filistinlilere devretmektir. “Büyük İsrail”, Yahudi nüfusu buna yetmediği için, ölmüş bir projedir.
Ve yine bu nedenle, 2002 yılında 22 Arap ülkesinin kabul ettiği (bir tek İran'ın açıktan karşı çıktığı) “67 sınırları içinde İsrail'i tanıma” yolu, Filistin devletine giden kapıyı açabilir. İsrail kuşkusuz bu süreçte elinde geldiğince kârlı çıkmaya, özellikle Kudüs'te taviz vermemeye çalışacaktır. Ama yine de bu diplomatik süreç, özellikle de ABD'de Obama'nın vaad etttiği “değişim” gerçekleşirse, Filistin halkını barış ve güvenliğe taşıyabilir.
Yakında İsrail'in o kahrolası ölüm makineleri mecburen susacak ve bir “ateşkes” daha gelecek. Bizim Hamas'a yapacağımız telkin, bu ateşkesi mutlaka korumak ve “iki devletli çözüm”e dayalı bir barışı hedeflemek yönünde mi olmalı? Yoksa, “sonuna kadar silahlı mücadele” mi? Ve Filistin'in çocuklarını sizce bunlardan hangisi kurtarır?