ABD, Obama ve Seküler Olmayan Modernlik
[26 Ocak 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen haftanın en önemli “küresel” olayı, ABD'nin yeni başkanı Barack Hüseyin Obama'nın yemin töreniydi. Milyonlarca kişinin Washington'da, yaklaşık bir milyar insanın da ekran başında izlediği tören, her yönden sembolizm doluydu. Bana çarpıcı gelen nokta ise, programın rahip Rick Warren tarafından yapılan bir dua ile açılması ve bir başka rahip Joseph E. Lowery tarafından yapılan bir “takdis” ile sona ermesiydi. Her iki din adamı da Allah'ın inayetini ve merhametini diledi, kutsal metinlerden pasajlar okudu, gözlerini kapatıp uzun uzun dua etti.
İnsan, bunu görünce, bir karşılaştırma yapmaktan geri duramıyor: Acaba bizde böyle bir “yemin töreni” yapılsa, ve bir sonraki reis-i cumhurumuzun veya başbakanımızın göreve gelişi sırasında imamlar kürsüye çıkıp “hayır duası” etse, acaba ne olur? Muhtemelen “laik kesim” ayaklanacak, CHP ve yüksek yargı köpürecek, Anıtkabir'e koşan onbinler “ordu göreve” diye homurdanmaya başlayacaktır.
Bırakın bunu, Başbakan Erdoğan bir Arap Birliği toplantısında söze “besmele” ile başlayınca bile Türkiye'de “rahatsızlık” uyanmış, “laik çevreler”den eleştiri okları gelmişti.
Peki neden kamusal alanda dinin görünmesi söz konusu Türkleri çileden çıkarıyor da, aynı olgu “muasır medeniyet”in tepesinde oturan Amerika'da sorun olmuyor? Orası da bir laik cumhuriyet. Hatta dünyanın en eski ve oturmuş laik cumhuriyeti.
Farklılığın sebebi, laiklik anlayışları arasındaki büyük uçurum. ABD'de laiklik, öncelikle, “dini devletten korumak” için geliştirilmiş bir ilke. Bizde ise esas amaç, “devleti (ve seküler vatandaşları) dinden korumak”. O yüzden, “ya başını örtmeyenler kendilerini baskı altında hissederse” kaygısı veya bahanesiyle, örtenlere karşı devlet baskısı ve dışlaması yapılıyor.
Peki bizde niçin sürekli “dinden korunma” ihtiyacı var? Çünkü dinin toplumsal hayatı etkilemesi ve kamusal alanda ifade bulması durumunda bizi mutlaka “Ortaçağ karanlığı”na götüreceği farz ediliyor. Ancak 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli ezberi olan bu söylemin, ABD'de bir karşılığı yok. Ben bugüne kadar “karanlıktan aydınlığa çıktık”, “bilimin ışığıyla dogmalardan kurtulduk” diyen Amerikalı bir siyasetçi veya devlet adamı hiç duymadım. Tam aksine, bizde “dogma” diye kenara itilen değerleri sahiplenmeyen bir Amerikalı'nın üst düzey siyasi pozisyonlara gelmesi imkansız gibi.
Tabii şunu da görmek gerek: Amerika'da kamusal alanda ifade bulan dindarlık, partizan ve dışlayıcı olmayan, kuşatıcı ve kapsayıcı bir tonda. Bunun geleneksel yöntemi, “Tanrı”nın veya “Yaratıcı”nın yüceltilmesi, ancak hangi bir dinin özel olarak seçilip öne çıkarılmamasıdır. Obama, yemin törenindeki konuşmasında bunu daha da ileri götürdü ve Amerika'nın vatandaşlarını sayarken Hıristiyanların yanında “Müslümanlar, Yahudiler, Hindular ve inançsızlar”ı da andı. Rahip Lowery ise “kiliselerimize, mabedlerimize, camilerimize kuvvet ver” diye dua etti.
Karşımızdaki bu ilginç tablonun özü ise şu: Amerika hem modern hem de dindar bir ülke. Bu dindarlığın bazı zararlı sonuçlarını (örneğin Evanjelik Hıristiyanlar arasında yankı bulan “Hıristiyan Siyonizmi”ni, Amerika'nın emperyalist yüzünü kutsayan dini söylemleri) görüyor ve haklı olarak kınıyoruz. Ancak Amerika'nın tartışma götürmeyen “başarı öyküsü”nde dindarlığın son derece olumlu etkileri de var. Fransız düşünür Alexis de Tocqueville, neredeyse iki asır önce yazdığı “Amerika'da Demokrasi” adlı ünlü kitabında bunları incelemiş; sivil toplum, çalışma ahlakı, bireysel girişimcilik gibi Amerikan dinamiklerinin dindarlık ile yakın ilgisini ortaya koymuştu. Bugün de aynı gelenek sürüyor. Ve Amerika, “din ile modernlik uyuşur mu” soruna cevap arayanlar için ezber bozucu bir örnek olmaya devam ediyor.