Kürt Sorununda Yeni Paradigma
[6 Nisan 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Yerel seçimlerin gerçekleştiği Pazar günü Diyarbakır'daydım. Şehre iner inmez taksicilere, restoran sahiplerine ve daha kime rastlarsam “kim kazanır” diye sormuş ve hemen herkesten aynı cevabı almıştım: Osman Baydemir! Sandıkların açılmasıyla birlikte bu öngörü hızla doğrulandı. DTP'nin adayı Baydemir, yüzde 65 gibi ezici bir çoğunlukla seçimi kazandı. Diyarbakır Söz gazetesinin ertesi günkü manşeti, sonucu özetliyordu: “Kale Düşmedi.”
Evet, bu “kale” lafını daha önce Baydemir kullanmış, Başbakan Erdoğan da aynı kaleyi “almaya” ahdetmişti. Ama anlaşılan bu “fetihçi” dil işe yaramadı. AK Parti, 2007'de DTP'nin desteklediği bağımsızlar ile neredeyse eşit sayıda oy almışken, bu kez açık ara yenik düştü. Partinin adayı Kutbettin Arzu'nun oyları yüzde 31'de kaldı.
Peki AK Parti'nin rüzgarı neden söndü? Bazıları aday seçiminin isabetli olmadığını, Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt aday olmuş olsa çok daha fazla teveccüh görebileceğini söyledi. (Kurt, gerçekten de şehirde ve hatta bölgede sevilen ve sayılan bir isim.) Ancak mesele bundan ibaret değil. AK Parti, 2007 seçimleri öncesinde Kürtler arasında yarattığı heyecanı tam olarak koruyamamış durumda. Konuştuğum bir çok seçmen, “AKP bizi aldattı, vaadlerini yerine getirmedi” mealinde şeyler söyledi.
Oysa bizler Türkiye'nin Batı'sında oturup yorum yaparken AK Parti'nin Kürt meselesinde pek çok “açılım” yaptığını, örneğin TRT Şeş ile devrimsel bir adım attığını söyleyip duruyorduk. Hatta bazı çevreler, özellikle de Türk milliyetçileri, AKP'nin fazla açıldığını, ülkenin Türk karakterinden taviz verdiğini ileri sürüyor, hatta partiyi “Kürtçülük”le suçluyordu.
Bu çelişki önemli bir soruna işaret ediyor: AK Parti'nin Kürt sorunu konusundaki açılımları, Batı'da fazla, güneydoğu'da eksik bulunuyor. Bir tür yarısı dolu bardak misali... Kendilerini kuvvetle Türk hissedenler, bardağın yarısının bile dolu olmasına razı olmayabiliyor. Öteki taraftakiler ise yarısı dolu bardağı bir “kandırmaca” gibi algılıyor.
Bunun sebebi de Türkiye'nin güneydoğusu ile geri kalanı arasındaki büyük algı uçurumu. Bunun en çarpıcı örneklerini seçim gecesi DTP'nin Diyarbakır parti binası önünde gördüm. Cadde üzerinde toplanan binlerce DTP sempatizanı, ateşler yakıp etraflarında tempo tutarken “Pekeke halktır, işte halk burada” diye sloganlar atmaya başladı. Öcalan posterleri önünde kız-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı halay çektiler. Türkiye'nin genelinde sadece nefretle anılan PKK, buradakilerin gözünde bir “özgürlük savaşçısı” idi. Bir ara “Türko evine, Amed senin neyine” diye bir slogan duydum. (Amed, Diyarbakır'ın Kürtçesi.) Az sonra bu “Türko” kelimesinin yerini “AKP” aldı. Ayaküstü söyleştiğim genç bir kız, “AKP yaşlı Kürtleri dincilikle kandırıyor” dedi ve ekledi: “Ama biz genç nesli asla aldatamaz.”
Bu “realite” üzerine hem devletin hem de hepimizin oturup serinkanlı bir şekilde düşünmesi gerekiyor. Karşımızda hem meşru hak talepleri hem de de onlarla içiçe geçmiş ateşli bir “etnik milliyetçilik” var. Buna rağmen Kürt vatandaşların hala önemli bir kısmının siyasi tercihlerini AK Parti'den yana koyması, Türkiye için bir şans. AK Parti'nin güneydoğudaki seçim sonuçlarından ders çıkarıp daha kucaklayıcı bir siyaset geliştirmesi de çok iyi olur.
Ancak AK Parti'nin tüm Kürtleri, özellikle de milliyetçi olanlarını kazanması imkansız. Ortada koskoca bir “DTP tabanı, hatta daha açık konuşalım, “PKK tabanı” var. Bu kitlenin iddialı talepleri ile Türkiye nasıl yüzleşecek? Kendini ayrı bir “halk” olarak görmeye başlamış bu insanları, (Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ifadesiyle) “Türkiye halkı” içinde gönüllü olarak nasıl tutabileceğiz? Bunlar, önümüzdeki dönemin en kritik soruları...