Obama'nın Türk Ortakları
[İngilizce orjinali Newsweek dergisinde, tercümesi Newsweek Türkiye'de yayınlandı]
Uzun yıllardan beri Ankara'nın ufku dar dış politikası Yunanlılar, Kürtler ve Ermeniler ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği meselesine odaklanmıştı. Türk dış politikasını yönetenler başka ülkelerin sorunları şöyle dursun, bu kronikleşmiş sorunları bile çözmekten aciz görünüyordu. Oysa Türkiye bugünlerde bölgesindeki benzer sorunlara yeni bir heyecanla yaklaşıyor. Bu sayede Kıbrıs konusunda onlarca yıldan bu yana ilk kez gerçek bir ilerleme sağlanırken Türkiye küresel meselelerde çok daha etkili bir rol oynamaya başladı.
Mayıs ayında Recep Tayyip Erdoğan hükümeti Suriye ve İsrail arasında İstanbul'da yürütülen dolaylı barış görüşmelerine arabuluculuk etti. Görüşme süreci devam ediyor ve önümüzdeki dönemde yeni toplantıların da gerçekleşeceği açıklandı. Erdoğan ayrıca kısa bir süre önce, yeni seçilen ABD Başkanı Barack Obama'ya İran'la ilişkiler konusunda ki Erdoğan gibi pek çok uzman da İran'ın dış politikada Obama'nın en önemli sınavı olacağı düşüncesinde- yardımda bulunmayı teklif etti. Erdoğan 11 Kasım'da New York Times'a yaptığı açıklamada hükümetinin yeni ABD yönetimi ve Tahran arasında arabulucu rolü oynamak istediğini açıkladı. Daha sonra Washington'da "Biz iki tarafın da güvendiği tek başkentiz. En ideal arabulucuyuz" diyerek teklifini yineledi.
Türkiye'nin dünya barışında etkin oyuncu olmaya yönelik artan ilgisi kısmen ülkedeki demokratikleşme sürecinin bir sonucu. Daha izolasyonist bir tavra sahip olan ülkenin eski seçkinleri, milleti Batılılaştırmak, laikleştirmek ‚Ä®amacıyla demokrasisiz bir cumhuriyet kurmuş olan Mustafa Kemal'in adanmış takipçileriydi. Onlarca yıl toplum hâkim Kemalist merkezle onun güdümünde olan daha geleneksel çevre arasında bölünmüştü. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2002 ve 2007 yıllarında kazandığı seçim zaferlerinden sonra durum kökten değişime uğradı. 'Öteki Türkiye' çevreden gelip şimdi iktidara yerleşmişti. Bu kesimin eski seçkinlere göre daha dindar olmanın yanında, gittikçe daha fazla zenofobik (yabancı düşmanı) olan laik rakiplerine göre daha Batı yanlısı ve Avrupa Birliği üyelik hedefine daha bağlı oldukları da ortaya çıktı.
Bu, bazılarının iddia ettiği gibi, işlerine öyle geldiği için başvurulan bir taktik değildi. Türkiye'nin muhafazakâr Müslümanları 1980'den bu yana sessiz bir dönüşüm yaşıyor. Yükselen "İslami burjuvazi"nin kendi geleceğini Şeriat mahkemelerinde değil, küresel pazarlarda görüyor oluşu da bunun göstergesi. Türbanlı kadınların son yıllarda herkes için insan hakları talep etmek üzere gösterilere katılması İslam ve liberal demokrasinin uyuşabilir olduğu düşüncesinin yaygınlaştığını ortaya koyuyor.
Bu arada, Erdoğan'ın baş danışmanı ve son derece bilgili bir akademisyen olan Ahmet Davutoğlu yeni bir dış politika vizyonu belirledi. Türkiye'nin onlarca yıldır akıllıca olmayan bir yaklaşımla Orta Doğu ile kültürel bağlarını inkâr ettiğini savunan Davutoğlu'na göre, Türkiye'yi bölgede barış, istikrar ve zenginlik ihraç eden "yumuşak güç"e dönüştürmenin zamanı gelmişti. İşte bu yaklaşımın sonucu olarak, geçtiğimiz dönemde Yunanistan, Lübnan, Irak, Irak Kürdistan'ı ve son olarak da Eylül ayında Cumhurbaşkanı Gül'ün buzları eriten ziyaretiyle Ermenistan ile yakınlaşma yaşandı.
Diğer Müslüman milletlerle daha yakın ilişkiler kurmayı öngören bu "neo-Osmanlı" yaklaşım Kemalist Türklerce hoş karşılanmıyor. Erdoğan Arap mevkidaşlarını "Bismillahirrahmanirrahim" diye selamladığında dehşete düşüyor ve ülkenin laik temellerinin tehdit altında olduğunu iddia ediyorlar. Bu arada siyasi İslam konusunda haklı olarak endişe taşıyan Batılılar'ın desteğini kazanabilmek için AKP'yi kuzu postuna bürünmüş Taliban gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama aslında Müslüman başkentlerde saygı gören, onların dilini konuşan ve bu imkânı barış ve uzlaşı için kullanma iradesine sahip demokratik bir Türkiye tam da Batı'nın ihtiyacı olan şey.
Bu yaklaşım, AKP'nin İslam'a yönelik ilgisini ve Türkiye'de şahlanan Amerikan karşıtlığını gören, bazen bu ikisinin bir bütün olduğunu düşünen ve iki olguyu birbirine karıştıran kimi Batılılar'da korku uyandırıyor. Oysa bu Amerikan karşıtı dalga Irak savaşına ve sonrasında yaşananlara bir tepki. Kuzey'deki Kürtler'in güçlü hale geldiği Saddam ‚ sonrası dönem, Türkler'in içindeki en büyük korkuyu açığa çıkardı: Büyük Kürdistan'ın doğuşu. Diğer bir deyişle, ‚neredeyse Kürt karşıtlığının bir türevi olan Amerikan karşıtı duygunun en güçlü olduğu kesim, aralarında ‚ Kemalistler'in de yer aldığı milliyetçi çevreler. Ülkenin iki ana muhalefet partisi tarafından temsil edilen bu ‚ gruplar, AKP'yi Amerika'nın kuklası ve Kürtler'in işbirlikçisi olmakla suçluyor. Askeri istihbarat tarafından ‚ finanse edilen Kemalist bir yazarın 2007 yılının çok satanlar listesine giren kitabında, hem Erdoğan'ın hem de AKP kökenli Cumhurbaşkanı Gül'ün Atatürk cumhuriyetinin altını oyarak Siyonistlere hizmet eden Yahudi dönmesi oldukları bile iddia ediliyordu.
Türkiye'nin yeni seçkinleri bazı marjinal Kemalistler'in uydurdukları gibi elbette Yahudi dönmesi değil. Ne de daha zeki Kemalistler'in tasvir ettikleri gibi ülkeyi gizlice ele geçirmeye çalışan İslamcılar bunlar. Aslında onlar ‚Türkiye'yi hem gerçek bir kapitalist demokrasi olmaya daha da yakınlaştırabilecek hem de diğer Müslüman milletlere benzer bir yol izlemeleri yönünde ilham kaynağı olabilecek Müslüman demokratlar. Şüphesiz ki, ülke sınırları içinde çirkin milliyetçiliğe karşı mücadele etmeleri ve atacakları yeni adımlarla özgürlükleri genişletmeleri gerekiyor. Ülke içinde böylesi bir güçlü liderlik vizyon sahibi bir dış politikayla birleştirildiğinde, AKP hükümeti, Ortadoğu'da ABD'ye kaygı veren aktörlerle ilişki kurmayı isteyen Obama yönetiminin de en ideal ortağı olacaktır.