Doğu Ve Batı Arasında Türkiye
[16 Kasım 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
WASHINGTON - Barack Obama'nın işbaşı yapacağı 20 Ocak tarihine harıl harıl hazırlanan Amerikan başkenti, geçen Cuma neredeyse ufak çaplı bir “Türk günü” yaşadı. Bir tarafta Türkiye'nin en büyük siyasi hareketinin lideri olan Başbakan Tayyip Erdoğan, buranın en itibarlı düşünce kuruluşlarından Brookings Institution'da bir konuşma yaptı. Öte yanda ise Türkiye'nin en büyük sosyal hareketinin lideri olan Fethullah Gülen'in düşüncesini masaya yatıran bir sempozyum, Washington'ın en itibarlı üniversitesi olan Georgetown'da düzenledi.
Bu iki toplantının birinden çıkıp diğerindeki konuşmama yetişirken, Batı'da temsil bulan bu “yeni Türkiye”nin eskisinden farkını düşünmeden edemedim. Evvelden Türkiye'yi Batı'ya anlatan, Washingtonlara kadar gelip “bizim hikayemiz budur” diyenler, hemen hep “Beyaz Türkler”di. Onlar da tabii her şeyi kendi gördükleri gibi anlatıyor, Türkiye resmi ideolojisinin kalıplarını taşıyorlardı buraya. Oysa artık muhafazakar Türkler Batı'da seslerini duyurmakla kalmıyor, bunu “Beyaz Türkler”den daha etkili bir şekilde bile yapıyorlar. Çünkü aslında anlatacakları daha fazla şey var.
Bu, Batı'da değişen Türkiye algısıyla da paralel. Brookings'deki Türkiye programı direktörü Ömer Taşpınar bunu veciz bir cümleyle özetliyor: “Eskiden Türkiye'nin sadece nerede olduğu önemliydi, şimdi ne olduğu da önemli.” Yani Soğuk Savaş döneminde Türkiye ABD için öncelikle “Sovyetler'in burnunun dibinde iyi bir üs”tü. Ama bugün demokrasiyi, laikliği, serbest piyasayı ve Batı ittifakını içselleştirmiş tek Müslüman ülke olarak apayrı bir değer taşıyor.
Bu değerin hayata geçtiği alanlardan biri, uluslararası siyaset. İslam dünyası ve Batı arasında büyük bir güven bunalımı ve hatta gerilim yaşanırken, Türkiye her iki tarafta da güven uyandıran, her iki tarafla da konuşabilen istisnai bir ülke olarak iyice öne çıkıyor.
İşte Cuma sabahı Brookings'de uzun bir konuşma yapan Başbakan Tayyip Erdoğan da Türkiye'nin bu rolünü vurguladı. Bu konuşma sırasında Başbakan'ı yabancı bir kitleye hitap ederken ilk kez dinlemiş oldum. O Türkçe konuşuyor, tercümanlar simültane olarak İngilizce'ye çeviriyor. Bu durumun bir dezavantaj yarattığını düşünebilirsiniz. Ancak Başbakan'ın kendine has özgüveni sayesinde aslında hoş bir üslup oluşuyor. Örneğin Türkiye'deki finans sektörünün sağlamlığından söz ederken, “Amerika'da siz ne diyorsunuz bilmem, ama bizde bakkal diye küçük dükkanlar vardır, işte biz böyle bakkal gibi banka açılmasına izin vermiyoruz” dedi. Bunun, iyi İngilizce bilen, ama tek yaptığı iş önündeki ciddi kağıtta yazılı soğuk cümleleri okumak olan klasik bir diplomatınkinden daha olumlu bir etki yarattığını söylemeliyim.
Brookings toplantısındaki en ciddi ve hassas konu ise İran meselesiydi. Başbakan İran'ın nükleer enerji hakkına saygılı, ama nükleer silaha karşı olduğumuzu söyledi. Sorunu çözmek için de Türkiye'nin arabuluculuk niyetini vurguladı, İran'ın Avrupa troykası'ndan çok Türkiye'ye güvendiğini hatırlattı. Tüm bunlar doğru ve yerinde. Eğer “İran krizi”nin çözülmesine gerçekten katkı sağlarsak, bu Türkiye için büyük bir başarı olur. Yakında ABD'nin dümenine bu konularda çok daha ılımlı ve diyalog yanlısı olan Barack Obama'nın geçecek olması da iyi bir fırsat.
Ancak Başbakan bu konuda Batı'da özellikle Washington'da da kendisine güvenmeyenler olduğunu, hükümetine siyasi sebeplerle alerji duyan bazı Türklerin de bu güvensizliği körüklediğini dikkate almalı. Bu da Batı'ya yönelik üslupta dikkat ve hassiyetin gereğini artırıyor. Meseleye “eee, ama İsrail'in de nükleer silahı var” diye yaklaşmak, bu açıdan işe yaramayacak bir üslup. Irak konusunda yaşanan ve Başbakan'ın da kabul ettiği “diyalog eksikliği” bu kez yaşanmamalı.