Türkçe Yazılar

Dogmalarla Savaşan Atatürk Nasıl Dogma Oldu?

[18 Kasım 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı] Türkiye'deki makul Atatürkçülerin bir süredir kendi kendilerine sordukları bir soru var: Yaşadığı dönemde “dogmalarla savaşmış”, bunların yerine “akıl ve bilimi” hakim kılmaya çalışmış olan Atatürk, nasıl oldu da bugün başlı başına bir dogma haline geldi? Bu soruyu soranlar, genellikle bu durumun büyük bir tezat, tatsız bir sürpriz, anlaşılmaz bir paradoks olduğunu da sözlerine ekliyorlar. “Ne kadar tuhaf, değil mi” diye soruyorlar, “türbeleri kapatan Atatürk'ün mezarının bir türbeye dönüşmesi?” Oysa aslında ortada bir tezat, sürpriz ve paradoks yok. Aksine, Atatürk, tam da “dogmalarla savaşmış”, onların etkisini toplumun en azından bir kısmının zihninden kazımış olduğu için bugün dogmalaşmış halde. Vardığımız nokta, onun açtığı yolun, kurduğu ülkünün doğal bir sonucu. Bunu görmek için önce kafayı biraz Türkiye'den kaldırıp “dogmalarla savaşmış” başka rejimlerin sonuçta nereye vardığına bakmak gerek. Örneğin Atatürk'ün kendisine ilham kaynağı olarak gördüğü Fransız Devrimcileri'ni alalım. Bunların bazıları o büyük, vahşi ve kanlı ihtilal sırasında Hıristiyanlığı tahtından indirirken ne yapmışlardı biliyor musunuz? “Dinin yerine aklı geçiriyoruz” diye bir “Akıl Tanrıçası” icad etmiş ve kiliselere, örneğin Paris'teki ünlü Notre Dame katedraline bu “tanrıça”nın heykelini dikmişlerdi. Bu kadar ileri gidilmesine karşı çıkan Robespierre ise, “Yüce Varlık Dini” diye bir alternatif üretmiş, bir kadınla temsil edilen bu yeni “ilah”ı Fransa'nın koruyucusu ilan etmişti. “Dogmalarla savaşma” işini bizdekinden çok daha sert bir biçimde yapan komünist diktatörlüklerde de benzer sonuçlar ortaya çıktı. “Gericiliği” ve “hurafeciliği” toplumdan kazımaya girişen Sovyet Rusya'da önce Lenin ve ardından da Stalin ilahlaştırıldı. Kızıl Çin'de Mao, Kuzey Kore'de Kim Il Sung putlaştırıldı. Kendi kendine sekülerize olan bazı Kuzey Avrupa ülkeleri hariç, dini “dogmaların” (daha doğru bir ifadeyle nasların) toplum yaşamından kazındığı hemen yerde, alternatif dinler ve putlaştırılmış liderler türedi. Tüm bunların nedeni, “akıl ve bilim”in, Jakobenlerin, Kemalistlerin veya Marksistlerin sandığının aksine, bireylerin ve toplumların tüm sorularına cevap verip tüm dertlerine deva olan bir “mürşit” olmayışıdır. Kuşkusuz akıl da bilim de önemlidir ve bunları reddeden toplumlar bağnazlığa gömülmekten kurtulamaz. Ancak toplumların, bilimin hiç işe yaramadığı aklın ise rölatifleştiği felsefi ve ahlaki alanlarda kendilerine yol gösterecek geleneksel inançlara ihtiyacı vardır. Dahası insan ruhunda “tapınma” eğilimi vardır. Siz buna karşılık gelen ilahi dinleri “dogmadır, kötüdür” diye kazırsanız, doğan boşluk kısa bir süre sonra başka dogmalarla dolar. Geleneksel dinleri terk edenler, “üstün ırk”a, “diyalektik materyalizm”e veya Ulu Önder'e iman etmeye başlar. Bir de bu türedi inançlar “resmi ideoloji” haline gelirse, aynen teokratik rejimlerde olduğu gibi, ortada demokrasi ve özgürlük kalmaz. Sağlıklı toplum modeli ise, çoğulculuğa dayanır. Bu modelde devlet toplumu “akıl ve bilim”e göre hizaya getirmeye çalışmaz. Bireyler ve kesimler, hangi dogmaya istiyorlarsa ona inanır, onu savunurlar. Bu çeşitlilik sayesinde hem farklı inanç ve görüşler birbirini dengeler, hem de aralarındaki rekabet sayesinde toplum çok daha dinamik ve yaratıcı olur. Anglo-Sakson ülkelerin başarısı, işte bu çoğulcu modeli temel almalarından kaynaklanıyor. Bizim onca “ilerleme” nutuğuna rağmen bazı sorunları bir türlü aşamayıp sürekli yerimizde saymamızın sebebi de, bir türlü çoğulcu olmayı kabullenemeyişimiz. Bu da 1930'larda açılan yolun, kurulan ülkünün doğal sonucu...
All for Joomla All for Webmasters