Değişime İnanmak
[10 Kasım 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
WASHINGTON - Barack Hussein (Hüseyin) Obama'nın Amerika'ya başkan seçilmesi, üzerinde durmak gereken tarihi bir dönüm noktası. Bunun altında ise, sadece başarılı bir seçim kampanyası veya karizmatik bir lider yatmıyor. Bir de “Obama hareketi”ni meydana getiren önemli “kültürel kodlar” var. Bunların başında da “değişim”e inanmak geliyor.
Obama kampanyasını hem yerinde hem de medya aracılığıyla yakından izledim. Hareketin sloganı “İnanabileceğimiz Değişim”di. Ama bu, pasif bir inanma değildi. Obama, insanları siyasi sürece katılmaya, “fark yaratmaya” davet ediyordu. O kürsüye çıkıp “Amerika'yı değiştirebiliriz” dediğinde taraftarları hep bir ağızdan tempo tutuyordu: “Yes, we can!” Yani, “evet, başarabiliriz”.
Dediğim gibi, bunlar önemli “kültürel kodlar.” Amerika'yı Amerika yapan da, tarihi ve coğrafyasının yanında, bu dinamizm. Bu sayede Amerikalılar dünyanın en yaratıcı milleti. Arabayı, sinemayı, televizyonu, bilgisayarı, interneti icad edenler onlar.
Tabi öte yandan Irak'ı işgal eden, zamanında Vietnam'ı ateşe veren, CIA aracılığıyla darbeler yaptıran da onlar. Yani Amerikan dinamizminin hem iyi hem kötü sonuçları var. Bunlardan sadece kötü olanları görmek, sığ bir solculukla Amerikan başarısının sırrının sadece “talan”da yattığını düşünmek, yanlış. Türkiye'de böyle düşünen ve yazan kalemler, saygın akademisyen Ahmet Yaşar Ocak'ın ifadesiyle “Batı medeniyetinin sadece emperyalist yüzünü görme” hatasına düşüyor. Dolayısıyla Batı'ya karşı “tepki” ve “direniş” pozisyonuna gömülüp kalıyorlar. Amerika'nın kendi içinde verdiği şahinler-ılımlılar, militaristler-barışçılar kavgasını da görmüyor, anlamıyor, hatta bunun varlığına ikna olmuyorlar. Haliyle, Amerika'nın değişebileceğine de inanmıyorlar.
Neyse, dönelim tekrar “kültürel kodlar” meselesine. Dikkat ederseniz, Amerika'daki “evet, başarabiliriz, dünyayı değiştirebiliriz” inancı, bizim kültürümüzde pek yaygın değil. Tam aksine, bizde her şeyin “eski tas, eski hamam” gideceğine inanmak daha yaygındır. Amerika'daki iyimserlik yerine de, bizim kültürümüzde kötümserlik güçlüdür. Hemen hüküm veririz: “Böyle gelmiş böyle gider” ve “bizden adam olmaz”...
Laikçi Türkler, bu sorunun kaynağını genellikle dinde bulur, “dinden kurtulursak ileri gideriz” der dururlar. Oysa dinden “kurtulmuş” Türklerin de alabildiğine değişim karşıtı ve hatta dar kafalı olabileceğini çok iyi görüyoruz.
Dahası şöyle bir ilginçlik var: Amerikan dinamizminin temelinde sekülerlik değil dindarlık yatıyor. Hemen her kamusal konuşmada Allah'a ve O'nun inayetine atıfta bulunulması, bu dindarlığın bir yansıması. Ancak dinamizmi içselleştirmiş, bunu ilahi bir ilke olarak gören bir dindarlık bu.
Bu anlayış, kullanılan kavramlarda bile hemen kendini belli ediyor. Mesela Amerikalılar bizdeki “kader” kavramının karşılığı olarak “destiny” kelimesini kullanıyor. Ama kader, Kuran'daki anlamı öyle olmasa da, bizim kültürümüzde “durağanlık” ve “boyun eğmek” çağrışımları yapar. Oysa “destiny” uzun bir yolun sonucunda varılacak yeri ima ediyor. Bir başka deyişle Amerikan dindarlığı, her bireye, onun Allah tarafından bahşedilmiş bir potansiyeli ve bunu kullanarak başarması gereken bir “hayat yolculuğu” olduğunu telkin ediyor.
Bu sabah buradaki bir kitapçıda yeni yayınlanmış bir biyografi gördüm: “I Am Potential.” Yani, “Ben Potansiyelim.” Patrick Henry Hughes isimli yazar, sadece 20 yaşındaki genç bir çocuk. Dahası, gözleri doğuştan kör ve vücudunun yarısı sakat. Ama buna rağmen uğraşmış, çabalamış, ve çok başarılı bir piyanist olmuş. “Tanrı bana göz vermedi” diyor, “ama olsun, bana başka yetenekler bahşetti.”
Amerikan başarısının sırrı işte burada gizli.