Türkiye'nin Pişkinlik Dili
[2 Mart 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen Cuma akşamı çok satan ve “merkez”de duran bir gazetenin internet sitesine girecek oldum. Sayfanın ortasındaki koca kutuların birinde, “AKP'li Kurt'un Kürtlerle İlgili Açıklamaları Şoke Etti” diye yazıyordu. Bu sürmanşetin altına bir de okkalı bir ünlemle süslenmiş “Kürt Açılımında Son Nokta" diye dev bir başlık vardı.
Peki neydi bu “şoke edici” açıklamalar? AK Parti Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt ne demişti?
Söz konusu gazetenin haberine göre şunu demişti:
“Bizim kimliğimizi ve kültürümüzü inkar ettiler. Önce bunu bize teslim edin. Biz ırkçı ve milliyetçi değiliz. Biz eşitlik ve adalet istiyoruz, önce bunu anlayacaksınız. Bir Türk neyse bir Kürt de o kadardır. Önce bunu bir teslim edin. Bu sorun inkar ve asimilasyon ile çözülmez. Biz yıllarca inkarı asimilasyonu yaşadık.”
Eğri oturup doğru soralım: Bu sözlerin tümü doğru değil mi? Türkiye gerçekten de onyıllarca Kürt kimliğini ve kültürünü inkar etmedi mi? Kürt vatandaşları zorla asimile etmeye kalkmadı mı? Artık bu ayıptan vazgeçmek, Kürt kimliğini Türk etnik kimliği kadar özgür kılmak gerekmiyor mu?
Kürt sorununa objektif bir biçimde bakan pek çok uzman, bu sorulara kolaylıkla “evet” cevabı verebilir. Dolayısıyla ortada “şoke edici” bir laf yok.
Peki ama söz konusu gazeteye başlık atanlar niye şoke oluyor, dahası neden okurlarını da meseleyi öyle algılayacak şekilde provoke ediyorlar?
Kanımca sorun, devlete ve resmi ideolojiye yönelik en ufak eleştirinin dahi medyanın “merkez” cenahlarında rahatsızlık yaratması. Bırakın subjektif eleştirileri, devletin yaptığı bir haksızlığın adının objektif bir biçimde konması bile onları tedirgin ediyor. Bu eleştiri ve tespitleri ortaya koyanlara, “sen ne hakla devlete dil uzatırsın” diye kızıyor, okurlarını da bu galeyana katılmaya davet ediyorlar.
Bu garip tutumun örneklerini sık sık görüyoruz. Dışişleri Bakanı Ali Babacan “Türkiye'deki Müslüman çoğunluğun da din özgürlüğü açısından sorunları vardır” deyince, aynı koro yine köpürmüş, yüzde yüz doğru olan bu sözü neredeyse vatana ihanet gibi göstermişti. Bir kaç yıl önce, hatırlıyorum, Mesud Barzani “Türk ordusu Kuzey Irak'ı işgal ederse kendimizi koruruz” diye normal bir laf etmiş, ama bu, savaş tamtamları çalmayı seven gazetelerde “Barzani'den Büyük Küstahlık” diye manşete çekilmişti. (Barzani'nin gerçekten sivri bazı lafları da oldu; onları temize çıkarmak için söylemiyorum.)
Medyanın malum cenahlarında etkin olan bu dil, aynı zamanda Türk bürokrasisinin de kullandığı bir “pişkinlik dili”. Bu dilin temel özelliği, devletin ve kurumlarının yaptığı her türlü haksızlık ve adaletsizliğin ya gizlenmesi ya da en azından hafifletilmesi esasına dayanıyor. Mesela “Türkiye'de şu kadar insana işkence edildi, bu kadar fail-i meçhul işlendi, hak ve özgürlükler sistematik olarak çiğnendi” diye lafa girerseniz, alabileceğiniz en “öz eleştirel” cevap şöyle bir şey oluyor: “Evet, bazı sıkıntılar yaşanmış olabilir.”
Dahası bunu söz konusu “sıkıntı”ların niçin hoşgörülmesi gerektiğini anlatan açıklamalar izliyor: Bizim “özel şartlarımız” var ve o yüzden devletimiz vatandaşların hayatını zehire çevirme hakkına sahip. Dahası devlet kurumlarının, özellikle de en dokunulmaz olanların, “yıpratılmaması” gerekiyor. Çünkü onlara “hepimizin ihtiyacı var.”
Aslında demokrasiye, seçimle gelmiş hükümetlere veya sivil topluma da hepimizin ihtiyacı var, ama nedense bunları “yıpratmamak” için özel bir çaba önerilmiyor.
Türkiye'nin otoriter statükosunu özenle koruyan bu yönlendirici dile karşı uyanık olmak gerek. Özellikle de bizi normal sözler karşısında sürekli “şoke olmaya” davet eden gazete başlıklarını okurken...