Doğa Kanunlarının Tasarımı
[4 Mart 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
İçinde bulunduğumuz sene, İngiliz doğa bilimci Charles Darwin'in 200. doğum yılından hareketle, “Darwin Yılı” ilan edilmiş durumda. Bu nedenle de onun geliştirdiği evrim teorisiyle her zamankinden daha sık karşılaşıyoruz. Bu teoriyi kendi dünya görüşlerini desteklemek için kullanan materyalistlerin de sesi yüksek çıkıyor. Peki ama bu ses ne kadar inandırıcı?
Önce doğru soruları sormak lazım. İlk soru, “Darwinizm geçerli bir teori mi, değil mi” sorusudur ve uzun zamandır tartışılagelmektedir. Ancak daha da önemli olmasına rağmen çoğu kez atlanan bir başka soru daha vardır: “Darwinizm geçerli olsa ne olur? Bundan ne gibi bir felsefi sonuç çıkar?”
Ateistlerin çıkardığı sonuç malum: Canlılığın amaçlı bir “yaratılış” ile değil, kör bir evrim süreci ile ortaya çıktığını söylüyorlar. Bu evrim sürecinin de iki temel dinamiği var: Bir, fiziksel, kimyasal ve biyolojik “doğa kanunları.” Bir de bu kanunlar sınırında gelişen rastlantısal olaylar. Ateistler, bu “doğa kanunları + rastlantı = hayat” formülünü kabul ettirdiklerinde, “yaratılış”ı da devreden çıkaracakları kanısında.
Oysa durum hiç öyle değil...
Bunu görmek için “doğa kanunları”na biraz yakından bakmak gerek. Bunların evrenin işleyişini düzene koyan sabit kurallar olduğunu biliyoruz. Örneğin su mutlaka 100 derecede kaynıyor. Attığımız taş, yerçekimi nedeniyle, mutlaka yere düşüyor. İyi ama bu kanunlar neden var? Ve dahası neden oldukları gibiler?
Evrim teorisi üzerinde kafa yoranlar bu soruyu uzun süre ihmal etmişlerdi. Konuyu ele alan ilk bilim adamı, aynı zamanda bir felsefeci olan Lawrence Joseph Henderson oldu. Henderson, 1913 yılında yayınlanan “The Fitness of the Environment” (Doğanın Uygunluğu) adlı kitabında, Darwinizm'in temel bir unsuru olan “uygunluk” kavramını doğaya adapte etti. Buna göre, başta su olmak üzere, yeryüzündeki “malzeme”, hayata imkan sağlamak için olabilecek en ideal yapıdaydı.
Yani, eğer evrim gerçekten dört milyar yıl sürmüş büyük bir gösteri ise, bunun “sahnesi” çok iyi hazırlanmıştı.
Bu görüş, 1960'larda fizik alanında elde edilen yeni bulgularla güçlenmeye başladı. Tüm doğa kanunlarının temeli olan yerçekimini, nükleer kuvvetleri ve elektromanyetik kuvveti inceleyen fizikçiler, bunların şaşırtıcı derecede “iyi ayarlanmış” olduğunu düşünmeye başladılar. Çünkü bunların değerlerinde en ufak bir farklılık olsa, üzerinde yaşamın yeşerebileceği Dünya gibi gezegenler hiç bir zaman var olmayacak, hatta maddeyi oluşturan elementler bile ortaya çıkmayacaktı.
1973 yılında Kopernik'in 500. doğum yıldönümü anısına düzenlenen büyük bir sempozyumda konuşan teorik fizikçi Brandon Carter, bu yaklaşımın adını da koydu: “Anthropic Principle”, yani “İnsani Prensip.” Carter'e göre, doğa kanunları, biz insanların içinde yaşayabileceği bir evrenin ortaya çıkması için özel olarak tasarlanmış gibiydi.
Bu “kozmik tasarım”dan Allah'ın varlığına varmak da pek çok kişi için zor olmadı. İngiliz düşünür Anthony Flew gibi kararlı ateistleri fikrinden caydıran, “yanıldım, Tanrı varmış” dedirten de, modern fiziğin vardığı bu noktaydı.
Ateizmden çark eden bir başka Batılı düşünür olan Patrick Glynn ise, “Post-Seküler Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşısı” altbaşlığını taşıyan “God: The Evidence” adlı kitabında şöyle diyordu:
“Yaşam, bir kör kaza olmak şöyle dursun, tüm evrenin ilk andan itibaren kendisine yöneldiği, kendisi için ayarlandığı ve düzenlendiği bir hedef gibi duruyor... Bu ise, bizi Tanrı'nın varlığı fikrinden uzaklaştıran değil, aksine ona yaklaştıran bir keşif. Bilim ve inanç arasında var olduğu kabul edilen gerilim, çoktan ortadan kalkmış durumda.”