Türkçe Yazılar

Sosyal Devletin Zararları (II)

[10 Eylül 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı] Geçtiğimiz yıllarda Türkiye'de bir dizi “çocuk esirgeme skandalı” yaşadık, hatırlarsanız. Devletin açtığı kurumlarında çalışan kimi bakıcıların, kendilerine emanet edilen küçücük çocukları insafsızca dövüp-sövdüğünü gizli kameralarla gördük. “Kim bilir daha ne rezaletler yaşanıyor” diye hayıflandık. Yaşanan rezaletlerin en büyük nedeni, o kurumlarda çalışan o taş kalpli bakıcıların yaptıkları işe inanmıyor oluşuydu. (Eminim tam aksi yönde düşünen ve hisseden pek çok iyi kalpli bakıcı vardır; onları tenzih ederim.) “Memur zihniyeti” dediğimiz kafayla girmişlerdi o kurumlara. İnanmadıkları bir işi mecburen yapıyor, yaparken sinirleniyor, acısını da çocuklardan çıkarıyorlardı. Onları denetlemekte yükümlü kimseler de muhtemelen aynı “memur zihniyeti”ndeydi. Peki acaba bir çocuk esirgeme yurdu devlet eliyle değil de, kalbi gerçekten çocuk sevgisi ile dolu idealist bir zengin tarafından kurulsa ne olur? Veya ilahi dinlerin yetimler konusundaki vurgusundan yola çıkan bir dini cemaat bu işe girse ne yapar? Muhtemelen, giriştikleri işe inandıkları için titiz davranacak, işe aldıkları bakıcıları dikkatle seçecek, çocukların sağlık ve mutluluğuna büyük önem ve değer vereceklerdir. Kısacası sivil elden gelen hayırseverlik, resmi elden gelenden daha iyidir. Devlet, “kötü işletmeci” olduğu gibi, kötü hayırseverdir de. İşte bu yüzden toplumdaki “hasenat” ihtiyacının sadece sosyal devlet değil aynı zamanda onunla rekabet edecek sivil toplum eliyle karşılanması, iyi bir şeydir. Bu, “sosyal devlet”in tümüyle ortadan kalkması gerektiği anlamına gelmez. Sivil hayırseverlik herkese ulaşamayacaktır ve dolayısıyla devletin bu alandaki varlığı devam etmelidir. Ama resmi yük ne kadar sivil alana ne kadar kaydırılabilirse o kadar iyidir. Bu sivil toplum elbette belirli bir motivasyonla hareket edecektir. Bu, “insan sevgisi, “sorumluluk duygusu” gibi seküler kaynaklardan gelebileceği gibi, “Allah rızası” gibi dini amaçlardan da kaynaklabilir. Özellikle Türkiye gibi toplumlarda da ikincisi ağır basar. Bu durum, devletçilerin sandığı gibi bir tehdit değil, bir kazançtır. Ancak biliyorum ki Türkiye'deki fiili durum, bu teorik laflardaki kadar toz pembe değil. Toplumumuzda kökleri çok eskiye uzanan güçlü bir dini hayırseverlik duygusu olmakla birlikte, bunu kurumsallaştırmaları beklenen cemaatlerin, en azından yakın zamanlara dek, her ihtiyaç sahibine el uzatan “toplumcu” bir yaklaşım yerine, sadece kendi mensuplarına arka çıkan “cemaatçi” bir yaklaşım sergiledikleri bir gerçek. Ama bu eleştiriyi yaparken, bunun sebebini de görmek gerek: Osmanlı toplumunda “hayır-hesanet” işleri çok daha iyi organize olmuş ve vakıflar aracılığıyla kurumsallaşmıştı. Tek Parti dönemi bu geleneği biçti. Cumhuriyet, tüm vakıflara el koydu, tüm sivil girişimleri zabt-u rabt altına aldı, kurban derilerinin bile peşini bırakmadı. Dahası tüm dini cematleri toplumdan kazımaya çalıştı. Buna karşılık da İslami kesim “hayatta kalma” derdine düştü, içine kapandı, politize oldu ve cemaatçileşti. Eğer Almanya'daki Deniz Feneri e.V Derneği hakkındaki iddialar doğruysa - ki umarım değildir - söz konusu cemaatçi tavra bir de fırsatçılık ve yolsuzluk imajı eklenmiş olacak. Bu kuşkusuz çok tatsız, çok rahatsız edici bir durum. Bu olay üzerinden gelişen hükümet-medya polemiği de aynı derece tatsız ve üzücü. Fakat tüm bunların sivil hayırseverliğin önünü kesmemesi gerek. Bu yöndeki girişimleri yolsuzluk riski açısından sıkı bir denetime tabi tutmak, fakat prensip olarak önlerini açmak lazım. Ve bir de yolsuzluğun sadece sivil değil resmi kurumlara da kolaylıkla bulaşabilen toplumsal bir hastalık olduğunu unutmamak gerek.
All for Joomla All for Webmasters