Sosyal Devletin Zararları (I)
[8 Eylül 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner'in kalkıp da yeni iç düşman olarak “post-modernistler”i işaret etmesi, son haftalarda eleştirildi. Gerçekten de TSK'nın oturup da bir felsefi akımı hedef alması alabildiğine yanlış bir şey. Ama böylesi yanlışları da artık kanıksamış durumdayız. Her biri, Türkiye Cumhuriyeti'nin özünde demokratik değil de ideolojik bir temel olduğunu yüzümüze çarpıp duruyor.
Benim post-modernizm öcüleştirmesi kadar ilginç bulduğum bir başka yorum da, Orgeneral İlker Başbuğ'un “sosyal devlet” hakkında söyledikleriydi. Yeni Genel Kurmay Başkanımız aynen şöyle dedi:
“Sosyal devlet niteliğinin zayıflamasının toplumları cemaatleşmeye ittiği bir gerçektir. Bu kapsamda giderek güçlenen bazı cemaatler ekonomiyi yönlendirmeye, sosyo politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.”
Bu laftan ordunun “dine bağlı bir yaşam tarzı”ndan pek hoşlanmadığını da anlıyoruz. Bunun niçin böyle olduğunu belki sayın genel kurmay başkanı bize bir gün anlatır, biz de “bu zihniyetin kökeni Abdullah Cevdet'e mi uzanıyor, August Comte'a mı” diye kafa yormak zorunda kalmayız.
Her neyse, gelelim sosyal devlete. Orgeneral Başbuğ'un sözlerini ben şöyle anlıyorum:
“Sosyal devlet zayıfladı, onun için her vatandaşa bakamıyor. Bu yüzden de vatandaşlar cemaatlerin desteğine ihtiyaç duyuyor.”
Bu teşhise katılıyorum. Katılmadığım, bunun kötü bir şey olduğu fikri.
Sebebini anlatayım. Sosyal devlet ilkesi, devletin her vatandaşa belirli bir refah düzeyi sunması gerektiğini öngörür. Bu ilke bizim anayasamızda yazılı olsa da, pek zengin bir ülke olmadığımızdan etkili bir biçimde uygulanamamıştır. Gerçek sosyal devletler Avrupa'dadır. Mesela Fransa sosyal bir devlettir. Eğer işsiz kalırsanız Fransız devleti ise “işsizlik maaşı” öder. Hasta olursanız tedavi eder. “Devlet baba”ya güvenip huzur içinde uyuyabilirsiniz.
Kulağa iyi geliyor, değil mi? Oysa biraz incelenince bu sistemin tembellik ve hantallık ürettiğini görürsünüz. Devlet herkese baktığına göre, kimsenin fazla çalışmaya niyeti yoktur. Yeni bir iş kurup risk alacağınıza, “işsizlik maaşı”na talim edersiniz. Nitekim Fransa bugün Avrupa'da en az yeni iş kuran ve istihdam yaratan ülkedir. Yaratıcılık ve yenilikçilikte sınıfta kalmaktadır. Fransız ekonomisi, hemen kuzeyindeki İngiltere ile karşılaştırılınca epey kötü durumdadır. Zaten bu yüzden Sarkozy az da olsa “Anglo-Sakson modeli”ne geçmeye çalışmaktadır.
O modelde ise devlet minimum düzeyde bazı sosyal hizmetler verir, ama toplumu daha çok kendi dinamiklerine bırakır. Bunun sonucunda rekabet artar ve girişimcilik yükselir, yaratıcılık gelişir. Bugün dünyanın en büyük ve dinamik ekonomisine sahip olan ABD sosyal devlet değildir ve zaten başarısını da kısmen buna borçludur.
Peki ABD'de ihtiyaç sahiplerine kim el uzatır? Başka herkesten önce, Orgeneral Başbuğ'un hiç sevmediği o dini cemaatler. Dünyanın en “kapitalist” ülkesi olan Amerika, aynı zamanda hayırseverliğin en çok kurumlaştığı ülkedir. Amerikalıların kiliselere ve diğer hayır kurumlarına yılda aktardığı bağış miktarı 300 milyar dolar gibi dev bir rakama ulaşmaktadır. Bu parayla ücretsiz veya çok ucuza aş evleri, bakımevleri, hastaneler ve bin bir türlü yardım kuruluşu işletilir. ABD, milli gelirinin yüzde 1.7'si ile “dünya bağış şampiyonu”dur. Onu 0.73 ile İngiltere izler. Aynı rakam Fransa'da sadece 0.14'tür.
Yani çoğu Fransız, yardıma muhtaç insanlara “git, sana devlet baksın” demektedir
.
Peki bir insana devletin bakması mı daha iyidir, sivil bir hayırseverin mi?
Çarşamba devam edelim.