Evet, Türkiye'de Din Özgürlüğü Kısıtlıdır
[2 Haziran 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Dışişleri Bakanı Ali Babacan geçen hafta Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada "Türkiye'de Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” deyince kıyamet koptu. Medyanın “laiklik” dozu yüksek kesimleri hep bir ağızdan bakana yüklendi. Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, “Böyle iftira görülmedi” başlıklı yazısında “hayasız iftira” kadar ağır bir laf bile etti.
Peki Babacan gerçekten de haksız mıydı?
Buna doğru bir cevap vermek için “din özgürlüğü”nün ne olduğunu anlamak gerek. Bakan'a tepki gösterenler, bunu sadece “kimsenin namazına, orucuna karışmamak” veya “camilerin kapısına kilit asmamak” diye anlıyor. Örneğin yine Hürriyet'te yazan Mehmet Y. Yılmaz, “namaz kılana tekme atan, zorla oruç yediren mi var?” diye soruyor.
Bu, Tek Parti döneminde vaz'edilen “din sadece vicdanda ve mabedde kalmalıdır” anlayışına göre yapılmış bir “din özgürlüğü” tanımı. Oysa özgür dünyanın bu konudaki tanımı çok daha geniş. Bakın, İnsan Hakları Beyannamesi'nin 18. maddesi şöyle:
“Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır. Bu hak, dini, bireysel veya topluca, kamusal olarak ya da özel biçimde, öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenler yoluyla açığa vurma özgürlüğünü içerir.”
Dikkat ederseniz, burada dinin “vicdanda ve mabedde” sınırlı kalmasından değil, “kamusal” (public) olarak açığa vurulmasından, dahası dini cemaatlar oluşturma, dine dayalı eğitim verme hakkından da söz ediliyor. Nitekim bu haklara saygı gösterilen Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, Türkiye'de hayal bile edilemeyecek bir sürü imkana sahipler: İstedikleri gibi cemaat veya tarikat organizasyonu kurabiliyor, bunlara ait özel ibadethane veya dini okullar açabiliyor, dinin gereği saydıkları kıyafetleri (örneğin başörtüsünü) her yerde giyebiliyorlar.
Türkiye'de bunlar kısmen veya tümüyle yasak olduğu için, din özgürlüğü, tam da Babacan'ın dediği gibi kısıtlıdır. Bunu “fanusun dışında” olan herkes görebilir. Görüyor da zaten. ABD'de Kongre'ye bağlı çalışan Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu adlı resmi kuruluşun 2008 yılı raporunda, Türkiye'deki nev-i şahsına münhasır laiklik modelinin “Türk vatandaşlarının pek çoğunun din özgürlüğünü ihlal ettiği, bu durumun hem dini azınlıklar hem de dini çoğunluk için geçerli olduğu” gözlemi aktarılıyor. Raporda, Türkiye'deki din özgürlüğü ihlalleri arasında “başörtülü kadınların işe alınmaması, öğrenci olarak bile kabul edilmeleri” yahut “namaz kılan veya eşleri başörtü takan subayların ordudan atılması” gibi bir çok örnek sayılıyor. (Bkz. www.uscirf.gov)
Kısacası, Ertuğrul Özkök'ü telefonla arayıp da “Bu ülkenin 80 bin camisi açıktır. Günde 5 vakit ezan okunur. Öyleyse geriye ne kalıyor? Şeriat” diyen Süleyman Demirel, fena halde yanılıyor. Bizdeki “otoriter laik rejim” ile Suudi Arabistan'daki “şeriat rejimi”nin dışında, bir de “liberal demokrasi”nin verdiği geniş dini özgürlükler var.
Aslında din özgürlüğü konusundaki mevcut tablomuz, Kürt meselesinde 20 yıl önce olduğumuz noktaya benziyor. O zaman da “Türkiye'deki Kürtlerin özgürlüğü konusunda problemler var” denince, bugün “din özgürlüğü” konusunda öfkelenenler yine küplere binerdi. “İftira ediyorsunuz, Kürtler bu ülkede her yere yerleşir, her mevkiye gelirler, kimseye ayrımcılık yapılmaz” diye atıp-tutarlardı. “İyi de kendi dilleriyle konuşabilir, şarkı söyleyip yayın yapabilirler mi” diye sorulunca, kem-kümler başlar, bizim “özel şartlarımız”a dair nutuklar gelirdi.
Bu “özel şartlarımız”ın ne olduğu ve çözmek istediği sorunları nasıl derinleştirdiği ise, bir sonraki yazımın konusu olsun...