Şerif Mardin'in Gördüğü
[28 Mayıs 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük sosyolog olan Prof. Şerif Mardin, bir yıldır ağızlara sakız edilen “mahalle baskısı”nın gerçekte ne olduğunu geçen hafta sonu anlattı. Bunu yaparken de çok önemli bir şey daha dedi. Cumhuriyet'in, daha öncesinde dinle belirlenen “iyi, doğru, güzel” kavramlarının yerine din-dışı bir alternatif getirmeye çalıştığını, ancak bunda pek başarılı olamadığını söyledi. Sebebini de, bazılarının hep yaptığı gibi “mürteci komplosu”na değil, Cumhuriyet projesinin sığlığına bağladı. “Cumhuriyet'te ‘iyi, doğru ve güzel' hakkında çok derine giden bir düşünce, araştırma yok,” dedi. “Orada binlerce sayfa tartışma bulamazsınız.”
Belki burada “Cumhuriyet” kelimesiyle kast edilen şeyin, 1923'te ilan edilen ve milli hakimiyete dayanan “idare şekli” olmadığını belirtmek gerek. O Cumhuriyet'in meclisinden, önce Jakoben bir CHP, hemen sonra da liberal/muhafazakar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) çıkmıştı. Ancak CHP kısa süre sonra TCF'yi tasviye ederek bizim kibarca “tek parti rejimi” dediğimiz otoriter düzeni kurdu. Şerif hocanın anlattığı işi de CHP yaptı. Ancak Cumhuriyet'e sahip çıkarak CHP'ye karşı durmak o zaman da mümkündü, bugün de mümkündür.
Neyse, sonuçta CHP yapacağını yaptı, ama Şerif hocanın dediği gibi sığ bir şekilde yaptı. Din-dışı bir felsefe üretmekten çok, kanun, mahkeme ve inzibat yoluyla dini toplum hayatından kazımaya çalıştı. Tabii Türkiye'de seküler (din-dışı) düşünce üretenler de oldu, ama bunlar çoğunlukla Marksizm'den çıkıyordu, onun da artık barutu tükendi. Bugün geriye kala kala elleri sopalı “rejim bekçileri” ile kıyafetleri markalı “Nişantaşı gençleri” kalmış durumda. Siyaseten liberal çizgide duran derinlikli seküler entelektüeller de var; ama sayıları çok az.
Ben bu noktada Şerif hocanın söylediğine bir şey eklemek istiyorum: “Cumhuriyet öğretisi”nin “iyi, doğru ve güzel” hakkında sığ kalmasının feci sonuçları olmuştur. Bunlardan biri, inandırıcılıktan yoksunluğudur. Okul yıllarından hatırlıyorum, çatık kaşlarıyla “vatan-millet-Sakarya nutukları” atan müdür ve muavinler karşısında öğrenciler bıyık altından kıkırdardı hep. Sanırım öğretmelerin çoğu da yasak savıyordu. Zaten her Allah'ın günü “yüce devlet” söylemine maruz bırakılmış bir toplumun, bir yandan da “devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi “özdeyiş”ler üretmiş olması epey mânidardır. Biraz Sovyetler'deki “Büyük Yalan” gibi, herkesin diline doladığı ama pek azının gerçekten inandığı bir resmi ideolojimiz var.
Peki ya bu ideolojiye inananlar? Onların durumu daha da beter. Bunlar, devleti; kendilerini yoktan var eden, besleyip-büyüten, “iç ve dış düşmanlar”dan koruyan ve her daim haklı çıkan kutsal bir “baba” gibi gördükleri için, her türlü resmi ceberrutluğa cân-ı gönülden destek çıkıyor. Devlet ideolojisinden başka bir değerler manzumesi kalmayınca, devletin her yaptığı doğru olmuş oluyor.
Amerikalı Katolik düşünür Richard Neuhaus, laikçiliği eleştiren “Çıplak Kamusal Alan” adlı kitabında tam da bu tehlikeye dikkat çekerek şöyle der:
“İnsanlara değer yargıları sağlayan dini geleneklerin kamusal alandan dışlanması, ‘iyi yönetim' veya ‘adil yönetim' kavramlarını anlamsız kılar. Çünkü iyiliğin veya adaletin devletin kendinden başka bir ölçüsü kalmamıştır.” (The Naked Public Square, 1997, s. 159)
Neuhaus'a göre sağlıklı bir demokrasi kurmanın yolu ise, devleti laik tutarken, “kamusal alan”ı hem seküler hem de dini düşünceye açık kılmaktır. Bunlar, birbirlerini eleştirerek, aşırılıklarını dengeleyerek, gelişim ve dinamizm sağlayacaktır.
Zaten Papa XVI. Benedict'in de söylediği gibi “seküler düşünce din için iyidir; ona öz eleştiri ve yenilenme fırsatı verir”. Türkiye'deki sorun, “seküler düşünce”den çok “laik dipçik”le karşılaşmamız. Sebebi de Prof. Mardin'in tespit ettiği sığlık...