Eğer 1923'te Halka Sorulsaydı...
[7 Temmuz 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen hafta sonu, Abant Platformu'nun “Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı 17. toplantısındaydım. Yüzün üzerinde aydın, Türkiye'nin Kürt meselesini nasıl çözebileceğini tartıştı. Ortak görüş, bu meselenin Türkiye'nin “demokrasi sorunu”nun bir parçası olduğu ve ancak demokratikleşme ile çözülebileceğiydi.
İyi ama zaten sorunumuz da bir türlü demokratikleşememiz. Çünkü bu konuda ülkede bir “konsensüs” yok. Jakoben seçkinler, “Cumhuriyet”i korumak için demokrasinin bazen rafa kaldırılmasında yarar olduğunu ileri sürüyor. Zaten bu görüşü sık sık eyleme de geçiriyorlar.
Bu zihniyetin kökeni ise, malum, Tek Parti dönemine uzanıyor. Bu yıllardaki otoriter rejimi savunanlar, “biz bu Cumhuriyet'i kurup devrimlerini yaparken halka sormadık, sorsaydık elbette kabul etmezlerdi” diyor. Sonra da halkın cehaletinden, köylülüğünden, “aydınlanmamış”lığından yakınıyorlar. Bizden bekledikleri de, tüm bunları dinleyip “adamlar haklı, gerçekten de halka danışsalardı halimiz nice olurdu” dememiz, kendilerinin demokrasi karşıtlığına hak vermemiz.
Oysa bu kadar saf olmamak için iyi nedenler var. Öncelikle bugünün Türkiyesi 1920'lerdekinden çok farklı. Türkiye artık çok daha eğitimli, görgülü, dünyaya açılmış, zenginleşmiş bir toplum. Halbuki 1920'lerde “halka sormamış” olmaktan gurur duyanlar bugün de hala “milli irade”yi hiçe saymaktan gocunmuyor.
Meselenin asıl kurcalamak istediğim yönü ise, bugünle değil, doğrudan 1920'ler ve 30'larla ilgili. “Eğer o zaman halka sorsaydık” diye lafa başlayanlar, halka sormadan aldıkları her kararın doğru olduğunu baştan kabul edip ondan sonra nutuk çekiyorlar. İyi ama, yaptıkları “devrim”in içeriğindeki her şey gerçekten de doğru muydu?
Örneğin, Kürtçe'nin yasaklanmasını ve Kürt vatandaşların zorla asimile edilmek istenmesini ele alalım. Bu, 1920'lerde “halka sorulmadan” başlatılan işlerden biriydi. Bununla kalınmadı, 1930'larda resmen Türk ırkçılığı da yapıldı. Resmi kurumlar “Güneş Dil Teorisi” gibi zırvalar uydurdu, “Türk kafatasının özellikleri” hakkında safsatalar düzdü.
Bunlar, umulanın aksine “asimilasyon” değil “tepki” üretti ve Kürt milliyetçiliğini körükledi. Aradan geçen 80 yıldan sonra bugün oldukça ciddi bir “Kürt sorunu”muz var. Bu sorunun çıkışında devletin yürüttüğü inkar politikasının rolü olduğu ise, artık emekli generaller tarafından bile kabul ediliyor.
Peki acaba 1920'lerde halka sorulsaydı ne olacaktı? Dönemin kudretlileri, “biz, bin yıllık Kürtleri Türkleştirmeyi, bunun için de dillerini yasaklamayı düşünüyoruz, ne dersiniz ey ahali” deselerdi, muhtemelen “ne lüzum var, oturun oturduğunuz yerde” cevabını alırlardı.
Çünkü toplumlar, onları binlerce yıl boyunca ayakta tutmuş değerlere ve geleneklere sahip çıkar. Tüm bunları bir kenara atıp salt “akıl” yoluyla her şeyi yeni baştan kuracağını iddia eden “toplum mühendislerine” direnirler. Bize de bu direnmenin hep “gericilik” olduğu söylenir. Oysa, Edmund Burke veya Friedrich Hayek gibi düşünürlerin işaret ettiği gibi, masa başında yeni bir dünya kurmaya karar veren hayalperestlerin toplumun gelenek ve değerleriyle dengelenmesi, aslında iyidir. Eğer bu olmazsa, o zaman “akıl ve bilim”e dayandığını iddia eden uçuk bir kadro, toplumu felaketlere sürükleyebilir. Komünist rejimlerde olduğu gibi.
Devrimcilerimizin “halka sormadan” yaptıkları diğer işleri de eleştirmek, örneğin “dil devrimi”nin büyük bir “kültürel fakirleşme” yarattığını söylemek mümkün. Bana en çarpıcı gelen ise, devrimin bugünkü çocuklarının, hem kendi halkından hem de dünyadan korkan, komplo teorilerinden başka hiç bir alanda yaratıcılık gösteremeyen, paranoyak ve aşırı milliyetçi bir kitle oluşturması. Meyveleri böylesine acı bir olan ağacın kökünde de ciddi problemler olsa gerek...