Jakobenizm'i ‘Jurnallemek'
[5 Mayıs 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçen hafta bir köşeyazarı beni “Türkiye'yi Amerika'ya jurnallemekle” suçladı. Sebep, bir ay kadar önce The Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan bir makalemde AK Parti'ye yönelik kapatma davasını anti-demokratik bir girişim olarak yorumlamamdı. Benzeri ithamlara daha önce de bir kaç marjinal “ulusalcı” yayında hedef olmuştum. Bu nedenle, sadece teorik düzeyde de olsa, iki çift laf etmekte fayda var.
Malum, Türkiye'nin geçmişi ve bugününe dair toplumda çok farklı algılar var. Özellikle “Jakobenizm” diye de andığımız otoriter devlet geleneği konusunda zıt görüşler mevcut. Bazıları için bu gelenek, bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaran, çağdaşlaştıran, ve “geriye gitmekten” koruyan harika bir sistem. Ama bazılarımızın gözünde Jakobenizm bu kadar iyi bir şey değil. Türkiye'ye modernleşme anlamında önemli katkılar sağlamış olsa bile, bir taraftan da çok can yakmış, haksızlık ve adaletsizlikler yaratmış bir proje. Dahası, giderek de daha katı ve bağnaz hale geliyor ve bir çok alanda ülkenin önünü tıkıyor.
Gelin, çok kaba bir genelleme yapalım ve Jakobenizm'den memnun olanlara “Beyaz Türkler,” diğerlerine ise “Öteki Türkler” diyelim. Beyaz Türkler, onyıllardır, devlete ve toplumdaki önemli güç merkezlerine egemen olageldiler. Ancak bunun ötesinde kritik bir avantajları daha vardı: Batı dünyasının Türkiye algısına da hakimdiler. Memlekette Avrupa görüp Amerika turlamış olanlar neredeyse sadece onlardı. Ve Türkiye'yi kendi bildikleri gibi anlatıyorlardı herkese.
Fakat zamanla durum değişmeye başladı. “Öteki Türkler” de dünyaya açılmaya, Türkiye'nin hikayesini farklı bir açıdan yazmaya başladılar. Bu ise Beyaz Türkler'i epey kızdırdı, hala da kızdırıyor. “Türkiye'yi yanlış tanıtıyorsunuz, ülkemizi jurnalliyorsunuz” diyorlar. Oysa eğer “jurnallenen”, daha doğrusu “ipliği pazara çıkarılan” bir şey varsa, o Türkiye değil, Jakobenizm.
Bazı okurlar, “iyi de memleket meselelerini dış dünyada konuşmaya ne gerek var” diye sorabilir. Gerek var, çünkü Türkiye dünyadan izole değil; dışarının Türkiye algısı buradaki otoriterizm-demokrasi ikilemini epey etkiliyor. Zaten tam da o yüzden, içerde ateşli şekilde “ulusalcılık” yapanlar, Cengiz Çandar'ın son günlerde isabetle işaret ettiği gibi, dışarda hiç ulusalcı davranmıyor, aksine yerel darbeye küresel destek devşirmeye çalışıyorlar. Ankara'da konuşunca anti-Amerikan kesilen Onur Öymen'in, bir yandan da Amerikalıları türbanın “Nazi sembolü” olduğuna ikna etmeye çalışması, boşuna değil.
Peki dış dünyada Jakobenizm'i pazarlamak serbestse eleştirmek niye suç olsun? Sanırım burada sorun, işin ucunun biraz “devlet”e dokunması. Geçenlerde bu kaygıyı taşıyan bir okurdan (kendini “75 yaşında bir hekim” olarak tanımlayan bir beyefendiden) “kol kırılır, yen içinde kalır” ilkesini hatırlatan bir eleştiri mesajı aldım. Bunu, “darbe olur, demokrasi çiğnenir, ama yurt içinde kalır, devlet yabancıların önünde eleştirilmez” diye de okuyabilirsiniz.
Ben öyle düşünmüyorum. Ve sanırım buradaki ayrımın kökeninde, sahip olduğumuz farklı değerler yatıyor. Eğer sizin gözünüzde “devlet” en yüce değer ise (yahut onu “yaşam biçiminiz”in güvencesi saydığınız için yüceltiyorsanız), devlete halel getirmemek için başka her şeyi “yen içinde” bırakabilirsiniz. Ama benim de benimsediğim bir başka fikre göre, asıl yüce olan şey, adalet, hak ve özgürlük gibi değerlerdir. Devletler ise, bu değerlere gösterdikleri saygı ölçüsünde övgüye veya yergiye layık olur. Bu devletlerden birine vatandaşlık bağı ile bağlı olmak da, sadece onu söz konusu değerlere saygılı hale getirmek için daha çok çaba harcamayı gerektirir.
Ülkemizdeki tartışmaları biraz bu zemine çeksek, yani değerlerimizi konuşmaya başlasak, epey yol alabiliriz. Ama insanları ve olayları tartışmaktan öteye gidemiyoruz çoğunlukla, ne yazık ki...