İnsan Onurunu Kimler Çiğner?
[30 Nisan 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç'ın, kurumunun 46. yıldönümü nedeniyle düzenlenen törende yaptığı konuşma, ayakta alkışlanmaya değer bir metindi. En vurucu noktası da kanımca şu cümleydi: “İnsan onuruna saygı, insanın ne olacağına ve nasıl olacağına kendisinin karar vermesini gerektirir."
Bu, yani “bireyin kendi kaderini tayin hakkı”, özgürlüğün temelidir. Bütün dikta rejimlerinin ortak özelliği de bu hakkı yok etmektir.
Örneğin komünist rejimler bireylerin mallarına ve mülklerine el koyar, onları istemedikleri işlere koşar, dahası fikir ve inançlarından dolayı cezalandırır. Dinci diktatörlükler ise, kendi din anlayışlarını bireylere zorla dayatır. Mesela Suudi Arabistan'da namaz vakti geldiğinde insanları zorla camiye gönderen “din polisleri” vardır. Yani Suudi vatandaşlarının “ibadet etmeme özgürlüğü” yoktur, aynen “başını bağlamama” özgürlüğünden mahrum bırakılan İran kadınları gibi.
Bu dinci diktatörlükler “dine hizmet ettikleri” iddiasındadır. Oysa uyguladıkları baskı, dinin ve özellikle de İslam'ın özünde var olan “gönüllülük” ilkesini ayaklar altına almaktadır. Camiye gidip namaz kılmanız, ancak bunu gönüllü olarak yapıyorsanız bir anlam ifade eder. Polis zoruyla elde edilen şey ise dindarlık değil, ikiyüzlülüktür. Ve bu yüzden modern çağda İslam'ın en iyi yaşanacağı siyasi düzen, belirli bir din yorumunu dayatacak bir “İslami rejim” değil, tüm bireylere özgürlük sağlayacak liberal demokrasidir.
Ancak özgürlüğü sadece “dinciler” tehdit etmez. Onların tam aksi yönünde “laikçi” despotlar da vardır. Bunlar, “İslami yaşam tarzı” dayatan dincilerin aksine, “laik yaşam tarzı” dayatır. Örneğin kadınları başlarını örtmeye değil, açmaya zorlarlar.
Türkiye'deki sorun, malum, bu ikincisi. Yani laikçi despotizm. Türk insanının “ne olacağına ve nasıl olacağına kendisinin karar vermesine” engel olanlar, en başta bu zihniyetin temsilcileri. Ancak bu işi usturubuyla yapıyorlar. Kalkıp da açıkça “biz özgürlükleri çiğniyoruz, bireylerin tepesine biniyoruz” demiyorlar. Onun yerine “bireyleri dogmalardan kurtarıyoruz” diyorlar.
Başörtülü kadınlar veya diğer muhafazakarlar için ileri sürülen “onların beyinleri küçük yaşta yıkanıyor, ne yaptıklarını bilmiyorlar” argümanı, bu usturuplu despotizmin bariz bir örneği. Bu argümanı öne süren “çağdaş” kadın ve erkekler de muhtemelen kendi aile ve çevrelerinden edindikleri dünya görüşü ve yaşam biçimini izliyor. Ama nedense onlarınki “beyni yıkanmışlık” olmuyor da, ötekilerinki oluyor.
Bu “bilmişlik”, tüm despotların ortak özelliğidir. Komünist dikta rejimleri, “kapitalizm tarafından aldatılmış bireylerin yeniden bilinçlendirilmesini” hedefler. Dinci dikta rejimleri de, “sapıtmış insanları doğru yola döndürme” iddiasındadır.
Bizim rejimimiz ise tüm vatandaşları “çağdaşlaştırma” iddiasında. Çağdaşlığın ne olduğunu ve oraya nasıl varılacağını da kendisi belirliyor. Bir önceki cumhurbaşkanımız, hepimizin “laik birey” olması gerektiğini buyurmuş, laik bireyi de “inancının dünya yaşamını etkilemesine izin vermeyen birey” diye tarif etmişti. “Size ne kardeşim benim dünya yaşamımdan” deme hakkınız yok. Rejim bekçileri sizin için neyin doğru olduğuna sizin adınıza karar veriyor!
Bunu da “ilerleme” için yaptıklarını söylüyorlar. Oysa bakın, 20. yüzyılın büyük beyinlerinden biri olan Amerikalı iktisat teorisyeni Milton Friedman şöyle diyor:
“İlerlemenin yolunu açacak tek düzen, devletin rolünün, kendi hedefleri doğrultusunda uğraşan bireylere özgürlük sağlamakla sınırlı olduğu bir sistemdir.”
Kısacası iyi devlet, gölge etmeyen devlettir. Hem “insan onuru” hem de “ilerleme” için.