‘Dünya İşleri' Ve Laiklik Klişeleri
[28 Nisan 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'de onyıllardır çiğnenen bir sakız vardır: Laikliğin “din ve dünya işlerinin ayrılması” olduğu söylenir. En son Rahşan Ecevit de Milliyet'ten Fikret Bila'ya verdiği röportajda bu klişeyi tekrarlamış.
Oysa bu son derece yanlış bir laftır. Gerçekte laiklik, din ve devletin ayrılmasıdır. Anayasa'nın 24. maddesi de zaten laikliğin “devletin düzeninin dine dayandırılmaması” olduğunu belirtir.
Peki “devletin düzeni”nden başka “dünya işi” yok mu?
Elbette var!.. Bu ülke üzerinde devletten ayrı olarak “toplum” ve onu oluşturan “bireyler” var. Bunlar isterlerse “dünya işlerini” elbette dine dayandırabilirler. Dindar bir Müslüman, aile hayatından iş yerine kadar her yerde dini kural ve ilkelere titizlikle uyabilir. Türkiye'nin ceza yasalarına aykırı düşecek bir dini uygulama (örneğin “çok eşle evlilik”) elbette kabul edilemez, ama bunun ötesinde her türlü dindarlık tezahürü demokratik bir haktır.
Oysa toplumdaki dindarlık tezahürleri, Türkiye'deki malum çevrelerin “laiklik elden gidiyor” diye habire yaygara koparmalarının en büyük sebebi.
Alın size bir örnek. Milliyet'in spor sayfasında yazan bir yorumcu, gazetesi tarafından manşete taşınan yorumunda şöyle diyor:
“Bir gün bu ülkenin başına (daha) büyük dertler açılırsa, kardeş kardeşe düşmanca davranırsa, rejim sallanır halk yerde yuvarlanırsa, bilin ki, Hakan Şükür'ün bunda çok emeği olacaktır.”
Peki sebep neymiş?.. Hakan Şükür, Fenerbahçe-Galatasaray maçı için “Kutlu Doğum Haftası'na layık bir derbi olsun” demiş. “Peygamberimizin hoşgörüsü”ne atıfta bulunmuş. Yani dindar bir futbolcu olan Hakan Şükür, parçası olduğu bir spor olayına dair kendi ahlaki ve teolojik değerlerine göre bir yorum getirmiş. İster beğenin, ister beğenmeyin. Ama bunun laik rejimle, onun “sallanması”yla hiç bir ilgisi yoktur. Bunun aykırı düştüğü tek şey, Türk seçkinlerinin epey bir bölümünün beynine kazınmış olan “din fobisi”dir.
Tabi bu “din fobisi”ni açıkça ifade etmek pek şık durmuyor. Onun yerine “kutsal din duygularının dünya işlerine karıştırılmaması gerektiği” yönünde vaazlar dinliyoruz. Yani bu zevata göre din o kadar kutsal ki, hiç bir yerde sözünün açılmaması, adının bile asla geçmemesi gerekiyor, öyle mi? İnanmak için epey saf olmak lazım.
Aynı seçkinler bize yüz yıldır “muasır medeniyet” vaazı da veriyorlar, ama onlarınki gibi bir din fobisine Batı'da pek rastlanmıyor. Hatırlar mısınız, ünlü “Rocky Balboa” ringe çıktığında köşesinde dua eder, üstüne bir de haç çıkarırdı. Böyle şeyler karşısında “dincilik yapılıyor” diye küplere binmek ecnebi diyarlarda kimsenin aklına gelmiyor. Çünkü laik devlet, Batı'da, “toplumun dindarsızlaştırılması”na yönelik bir otoriter bir proje değil, dindar olanın da olmayanın da özgürce yaşamasını ve kendini ifade etmesini hedefleyen demokratik bir ilke.
Ama zaten bizimkiler Batı'yı da doğru dürüst tanımıyorlar. Rahşan Ecevit Fikret Bila'ya “grupların inançlarını her yerde istedikleri gibi yaşama istekleri batıda mezhep savaşlarına sebep olmuş ve yüzlerce yıl kan ve gözyaşı akmıştır” diye bir inci döktürüyor. Gerçekte mezhep savaşlarının sebebi, tek bir mezhebin herkese dayatılması çabasıdır. İşin çözümü ise tam da “grupların inançlarını her yerde istedikleri gibi yaşama istekleri”nin tatmininde bulunmuş, dini ve felsefi çoğulculuk kabul edilerek bunun zemini sağlanmıştır.
Dünyadan işte böyle bihaber yaşayan “ilericiler”imizin tüm dindarları “gerici”likle suçlaması ise şaka gibi. Ne gariptir ki bu dindarlar siyasete girince AB sürecini hızlandırıyor, iş kurunca “Anadolu kaplanı”, futbol oynayınca da gol kralı olabiliyorlar. Ama bunların hiç önemi yok. Mühim olan dinden olabildiğince uzak durmak ve bir de Onur Öymen'in buyurduğu gibi “baloda dans etmeyi bilmek”.
O anlı-şanlı “çağdaşlık” projemizin geldiği nokta, işte böyle trajikomik bir şey...