Türkiye'yi Dindarsızlaştırma Projesi
[24 Mart 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Yargıtay Başsavcısı, AK Parti'nin kapatılmasını isteyen iddianamesinde laikliğin “dinsizlik” olmadığı yönündeki bildik klişeyi tekrarlıyor. Aslında haklı. Onun ve diğer rejim gardiyanlarının kafasındaki laikliğin özü “dinsizlik” değil, “dindarsızlık”. Hedef, Türk toplumundan dindarlığın kökünü kazımak.
Sayın Başsavcı'nın yorumları ve alıntıladığı Anayasa Mahkemesi kararları, bu konuda bizleri aydınlatan incilerle dolu. Öncelikle laiklik, sadece devleti değil, toplumu ve bireyleri de tanımlayan bir ilke olarak tarif ediliyor. Yani devletin laik olması yetmiyor. Onun minik kopyaları olması istenen biz vatandaşların da laik olması lazım.
Peki ne demek bu? Alın size tarifi:
“Laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak kalmasını amaçlar.”
İslamiyet gibi ilahi dinlerin öğretilerinin önemli bir kısmı da “akıl ve bilim” yerine “inanç” temellidir. Örneğin ahiretin, vahyin veya meleklerin varlığına “iman” edilir.
Anlaşılan işte böylesi itikatlar laik devletimizin bizi kendisinden “kurtarmak” isteği düşünce ve yargılar!.. Nitekim başsavcı, iddianamesinde sık sık laikliğin insanı “kul olmaktan kurtardığını” da vurguluyor. Dahası, Başbakan Erdoğan'ın “suçları” arasında şu sözü de, hem de altını çizerek, aktarıyor: “Allah'a kul olmanın hazzını yaşayacağız.”
Ben Türkiye laikliğini “Sovyet laikliği”ne benzetirken tam da bunu kast etmiştim. Sovyet rejimi de “akıl ve bilim”in gereği olarak gördüğü diyalektik materyalizmi tüm topluma dayatırdı. Bizde dayatılan felsefenin kökeni ise, Princeton Üniversitesi'nden değerli tarihçi Şükrü Hanioğlu'nun detaylıca gösterdiği gibi, 19. Yüzyıl Almanyası'ndan transfer edilen “vülger materyalizm”dir. (Buna mukabil ABD ve hatta Fransa gibi laik demokrasilerde, devlet topluma felsefe dayatmaz, aksine inanç ve felsefelere eşit mesafede durur.)
Ya, “Türkiye laikliği” böyle bir şey işte... Ama tekrar belirteyim; devlet vatandaşlardan illa “dinsiz” olmalarını istemiyor. Nitekim Sayın Başsavcı, dinin “vicdanlardaki yerine” olan saygısını hep vurguluyor. İstediği, dinin “vicdan”dan çıkıp da bireyin günlük yaşamını etkiler hale gelmemesi. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunu, “laik birey dinsel inançları ile yaşam alanını birbirinden ayıran kişidir” diye özetleyivermişti.
Yani ideal “TC vatandaşı”nın “yaşam alanı”nda dinin yeri olmaması lazım. Güne başlarken “bugün Allah için ne yapayım” dememesi; kıyafetini seçerken dini hükümlere aldırmaması; toplum içinde konuşurken Allah'tan, dinden söz açmaması lazım. “İç dünyası”nda ne yaparsa yapsın, ama orta yerde dindar olmasın. Dini başkalarına hatırlatmasın.
AK Partililerin “suçu” ise hem bizzat dindar olmak hem de toplumdaki dindarları özgür kılmaya çalışmak. Başbakan Erdoğan'ın iddianamede “kanıt” olarak sayılan sözleri arasında CNN'e verdiği bir mülakatta “ABD'deki din özgürlüğünü benim ülkeme de getirmek istiyoruz” mealindeki sözü de var.
Oysa, olur mu öyle şey, adam ülkeyi dindarsızlaştırmak için dükkan açmış, pardon rejim kurmuş, sen kalkıp din hürriyeti diyorsun. Meselenin özü bu...
Dolayısıyla önümüzdeki problem AK Parti'nin laikliğe uygun olmaması değil. Asıl problem, bizdeki otoriter laiklik anlayışının demokrasiye ve insan haklarına uygun olmaması. Ama bu, işin felsefi yönü. Bir de siyasi yönü var ki, onu yönetme konusunda da en büyük sorumluluk hükümete düşüyor. AK Parti'yi siyasetten silmek isteyenlerin motivasyonları arasında “din fobisi” kadar “kendi özgürlüğünü yitirme korkusu” da var. Bunu kışkırtmamak, aksine yatıştırmak ve hatta “tedavi etmek” gerek. Hükümet mutlaka dik durmalı, zaten de duruyor, ama gerilimi de düşürmeli. Sayın Cumhurbaşkanı'nın İlhan Selçuk meselesinde gösterdiği duyarlılık, iyi bir örnek.