Kan Bayrağı
[16 Ocak 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Kırşehir'de bir grup öğrencinin kendi kanlarıyla boyayıp Genel Kurmay Başkanı'na gönderdikleri bayrak tartışılıyor şu günlerde. Bu öğrencilerin vatanı sevdikleri, onun için fedakarlığa hazır oldukları ortada. Kimse de bunların kötü duygular olduğunu söyleyemez. Ancak vatan ve bayrak gibi kavramlarla “kan”ın bu kadar özdeşleşmesi, iç içe geçmesi sağlıklı bir durum mu?
Bu soru üzerine düşününce insanın aklına bazı kötü örnekler geliyor. Naziler'in ünlü “blutfahne”si, yani “kan bayrağı” gibi...
Bu hikayenin çıkışı, Hitler'in ilk iktidara el koyma girişimi olan “Birahane Darbesi”dir. 1923 yılındaki bu “vukuat” sırasında Naziler'in SA birliklerine bağlı Andreas Bauriedl adlı bir militan Münih polisinin kurşunuyla can vermiş, bu esnada da kanı Nazi partisinin bir flaması üzerine bulaşmıştı. Bu kanlı flama, zamanla Naziler için kutsal bir sembol haline geldi. Hitler, partisinin görkemli mitinglerinde “kan bayrağı”nı gezdirir, bunu diğer bayraklara sürerek onları tek tek “kutsar”dı. Naziler, “blutfahne”nin bir tür ruhani güç taşıdığına inanıyordu.
Hitler ve şurekası aşırı milliyetçi ideolojileri uğruna dünyayı ateşe verdikten sonra, “kan” ve “bayrak” kavramları arasında böylesi bağlar kurulmasına pek iyi gözle bakılmamaya başlandı. Batı dünyası, aşırı milliyetçiliğin yol açtığı II. Dünya Savaşı felaketini yaşadıktan sonra, bu musibetten bir nasihat çıkardı. “Milliyetçiliğin fazlası fazladır ve çok tehlikelidir” dedi.
Türkiye ise II. Dünya Savaşı'nı “pas geçmiş”, birincisinden ise sadece “Sevr Sendromu” çıkarmış bir ülke olarak, aşırı milliyetçilikten doğabilecek tehlikeler konusunda yeterince hassas değil. Hassas çevreler var kuşkusuz, ama devlet söyleminde ve toplum genelinde milliyetçiliğin “fazlası”nın zararına dair bir bilinç yok.
Oysa Türkiye son yıllarda tam da aşırı milliyetçiliğin yol açtığı şiddet eylemleriyle sarsılıyor. PKK'nın “Kürtçü terör”ünü zaten biliyoruz, ama öte yanda da “Türkçü terör” var. Rahip Santoro cinayeti, Hırant Dink suikastı, Malatya katliamı gibi vahim olaylar, zihinlerinde “kan” ve “bayrak” sentezi kurmuş fanatik gençlerin eseri. Kırşehir'deki öğrencilerin böylesi bir faşizme inandığını ileri sürüyor değilim; ama söz konusu sentezi yüceltmeye başlarsanız, bazı aşırı uçların bundan “eylem” çıkarması sürpriz olmaz.
Belki de “vatan” ve “bayrak” gibi kavramların değeri üzerinde biraz tartışmamız gerekiyor. Bunların belirli bir kıymet taşıdığına kuşku yok. Her insan, ailesini ve çevresini sevdiği gibi, vatanını ve onu temsil eden bayrağı da sevebilir. Bu onun hakkıdır. Ancak bir insanın aynı zamanda adalet, hak, hukuk, saygı, hoşgörü gibi evrensel değerlere de sahip olması gerekir. Eğer siz “vatan”ı veya “bayrağı” tek değer haline getirir, başka her şeyin onlar için feda edilebileceğini ima ederseniz, faşizmin yolunu da açmış olursunuz. “Vatan için kurşun sıktığını” söyleyerek ortada gururla gezen katilleriniz ve “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diyerek onları alkışlayan kitleleriniz olur.
Muhafazakar düşüncenin fikir babalarından Edmund Burke'ün özlü bir sözü vardır: “Vatanımızı sevebilmemiz için” der, “onun sevilebilir olması lazım.” İşte, kendi vatanınıza bu şekilde eleştirel bakabilmeniz, bu sayede onu daha iyi hale getirebilmeniz için, ondan başka değerlere ihtiyacınız var. Bu değerleri “Kopenhag Kriterleri”nde bulabileceğiniz gibi, bu topraklarda farklı kimliklerin birlikte yaşamasını bin yıldır mümkün kılmış olan “İslam/tasavvuf geleneği”nden de edinebilirsiniz. Bayrak adına kan dökenler, bu ikisinden de mahrum olanlar.