Nişantaşı'nın Korkuları
[18 Şubat 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Nişantaşı son dönemde sadece bir yaşam tarzının değil aynı zamanda bir siyasi algının sembolü haline geldi. İstanbul'un şık semti, kaliteli restoranlar ve “in” barların yanısıra “dinciler geliyor” endişeleriyle de dolu şu günlerde. “İslamcı hükümet”in attığı her adım, buradaki korkuları biraz daha derinleştiriyor.
Geçenlerde uğradığım bir “Nişantaşı ev partisi”nde bu korkuları yerinde dinledim. Kariyer sahibi, eğitimli ve bakımlı misafirlerin hemen hepsinde “ülke karanlığa gidiyor” yakınması vardı. “Nasıl” diye sordum? “Yavaş yavaş içkiyi yasaklayacaklar, herkesi örtünmeye zorlayacaklar” dediler. “Nereden biliyorsunuz” dedim. Ramazan'da öğle yemeği yenilemeyen semtleri, bira içtiği için dayak yiyen öğrencileri anlattılar.
“Peki”, dedim, “siz bu ‘dinci'lerle, mesela başörtülü kızlarla hiç oturup konuştunuz mu?” Pek bir cevap gelmedi. “Hayır ama, ne düşündüklerini gazetelerden okuyoruz” dedi bir tanesi. “Zaten İran'da, Arabistan'da ne yaptıkları belli; aynı kafa.”
Türkiye'de işte böylesine vahim bir iletişimsizlik sorunu var. Toplumun zıt kesimleri arasında derin bir uçurum uzanıyor. Aynı dili konuşmuyor, aynı mekanları paylaşmıyorlar. Bu yüzden iki tarafın da bir diğeri hakkında keskin önyargıları, kara mizah boyutunda fantazileri var. “Laikçi”ler, diğerlerinin kendilerini çarşafa sokmak için diş bileyen “oryantal barbarlar” olduğunu düşünüyor. Ötekiler de bunlar hakkında “Sabetaycılık”tan farmasonluğa uzanan komplo teorilerine inanıyor, istisnasız hepsinin koyu bir İslam düşmanlığıyla yoğrulduğunu sanıyor.
Ülkenin normalleşebilmesi için diyalog gerek. Bu yolla üzerinde anlaşılması gereken çözüm ise “herkes istediği gibi yaşasın” formülü.
Her iki kesimde de çoğu insanın bunu kabul edeceğini tahmin ediyorum. Ama etmeyenler ve bunu belli edenler de var. Bir taraf, “bu gericiler Atatürk Türkiye'sine yakışmıyor” diye ültimatom veriyor. Öteki tarafta ise “Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız” diyenler var. Bu dayatmaları bırakmak lazım. Hiç kimsenin bir yere yakışmak gibi bir zorunluğu yok. Herkes, değerleri, inançları, tercihleri neyse ona göre yaşamak hakkına sahip.
Kanımca burada hem ezilen hem de korkulan taraf olan muhafazakar/İslami kesimin biraz inisyatif alması lazım. Evet, öteki tarafın pek çok paranoyası var, ama bunlar tümüyle sebepsiz sayılmaz. Bugünün İslam dünyasının özgürlük karnesi hiç parlak değil. Vatandaşlarını sopayla camiye gönderen, kadınlarını zorla örtündüren rejimler var. Bunların kullandığı bazı söylemler Türkiye'de de bir dönem epey yankı buldu. Sosyal bilimlerin verileriyle değil de sembollerin diliyle düşünmeye alıştırılmış olan Beyaz Türkler, her sakallıyı Taliban sanmaya zaten çoktan açık.
Bu yüzden, bir 20. yüzyıl patolojisi olan “totaliter İslam”ın neden yanlış olduğunu iyi anlamak ve anlatmak, açık ve çoğulcu toplumu kabul eden, insanların “günah işleme özgürlüğünü” tanıyan bir Müslüman perspektif sunmak lazım. Din elbette “tebliğ” edilebilir, ama empoze edilemez. Edilirse de zaten bir anlamı olmaz.
Nişantaşılılar'a da ufak bir tavsiye: Madem bu kadar Batılılaşmış durumdalar ve korkmaya da meyilliler, o zaman biraz daha geniş düşünsünler. Doğma-büyüme Batılılar, özellikle de Amerikalılar, en çok kendi devletlerinin despotlaşmasından korkar. Devlet içindeki çıkar gruplarının hayali öcüler yaratıp toplumu meşgul ederken perde arkasından kirli işler çevirmesinden endişe ederler. Bizimkiler Türkiye'ye biraz da bu yönden baksalar, ufukları bayağı açılabilir. Mesela kendilerini sürekli “türban”la korkutanların niye hiç “Ergenekon”u kurcalamadığını sorgulamayı denesinler: Oradan epey sohbet konusu çıkar.