Vatandaşlar Cumhuriyet'in Dekoru Değildir
[28 Ocak 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Ülkemizde başörtüsü yasağını savunanların gerekçelerinden biri “Türkiye'nin imajı”dır. Başörtü serbest olduğunda, kampüslerde veya “kurumlarda” özgürce giyildiğinde, ülkenin “görüntüsü”nün bozulacağından korkarlar. Özellikle bugünlerde söz konusu “estetik kaygı”yı sıkça duyuyor ve okuyoruz.
Açık konuşayım: Bu, düpedüz totaliter bir zihniyettir. Bir ülkenin vatandaşlarına, o ülkenin “fotoğrafı”na yakışacak “dekorasyon malzemeleri” gibi bakmak, “birey”in tanınmadığı ve “bütün”ün kutsandığı totaliter ideolojilere has bir yaklaşımdır.
“İslamcı totaliterizm”in iyi bir örneği olan Taliban'ın zihniyeti tam da böyleydi. Onlar da “Afganistan'ın görüntüsü” konusunda pek hassastı. Tüm vatandaşların, özellikle de kadınların, kendi kafalarındaki ideale uymasına büyük önem veriyorlardı. Elbette Taliban'ın “ideal kadın” tanımı bizdeki “laikçiler”inkiyle taban tabana zıttı; ama inandıkları “tektipçilik” ve bunu devlet eliyle dayatma hevesleri, kimi “Cumhuriyet seçkinleri”ninkine benziyordu.
Taliban'ınkine kıyasla bizimkine şekil yönünden daha yakın olan bir başka totaliterizm, Nazilerinkiydi. Nazi ideolojisinin temel unsurlarından biri “toplumsal estetik”ti. Devlet, ideal bir Alman profili belirlemişti ve bunu sistemli olarak yüceltiyordu. Erkeklerin kaslı ve uzun boylu, kadınların diri göğüslü ve gürbüz olanları makbuldü. (Bizim 19 Mayıs törenlerinde atlayıp-zıplayan, üstüste çıkıp kuleler inşa eden atletik gençler geleneği de, 1930'larda Almanya'dan esen rüzgarlardan miras kalmış bir nostaljidir.)
Naziler'in Yahudi düşmanlığında bu “estetik kaygı”ların önemli rolü vardı. Göbels'in emriyle 1940'ta çevrilen “Der Ewige Jude” (Ebedi Yahudi) adlı propaganda filminde Yahudiler, “pırıl pırıl” Almanların yanına yakışmayan, kara-kuru, sakallı, takkeli, pis yaratıklar olarak tasvir ediliyordu. O filmi izlerseniz,
Yahudiler'e yapılan bazı hakaretlerin, Türkiye'de “mürteciler”e yapılan aşağılamalara bir hayli benzediğini görürsünüz. Örneğin Yahudiler'in “koşer” (helal yemek) kuralları gereğince hayvanları kanlarını akıtarak kesmeleri “Alman ulusuna yakışmayan bir vahşet” olarak tanımlanıyordu ki, bizdeki bazı kurban polemiklerini epey andırır. Aynı filmde pompalanan “Yahudi finansörler” korkusu ile bizdeki “irticai sermaye” paranoyası da benzerdir.
“Ebedi Yahudi”deki nefret kampanyasının ardından, malum, Yahudi soykırımı geldi. Türkiye'de elbette böyle bir cinnet söz konusu değil ve olamaz, nefret düzeyi de çok daha düşük, ama yine de bazı paralellikler var.
Tüm bu örneklerdeki temel sorun, “devlet”in ve “devlet ideolojisi”nin kutsanması, bireylerin farklı kimlik, inanç ve yaşam biçimlerinin bunlar uğruna harcanmasıdır. Bizdeki “laikçiler” bunu “çağdaşlık” sanıyorlar ve aslında kısmen haklılar: Totaliterizm modern çağda ortaya çıkmış bir siyasi modeldir çünkü. Ancak örnek aldığımız “muasır medeniyet,” 20. yüzyılın ilk yarısında kısmen tutulduğu bu hastalığı büyük ölçüde aşmış, “bireysel özgürlükler” üzerine kurulu liberal demokrasiye evrilmiş durumda.
Türkiye'nin ihtiyacı olan şey de bu. Artık anlamamız gerekiyor ki vatandaşlar Cumhuriyet'in şık birer dekoru veya figüranı olmak zorunda değiller. Her birinin kendine göre inancı, değerleri, yaşam biçimi ve kimliği var. Cumhuriyet'in görevi, bunlara saygı göstermek ve hepsini güvence altına almak. Vatandaşlar, Cumhuriyet için var değil. Cumhuriyet, onlar için var.