Laiklik Bazen ‘Dinsizlik' De Olabilir
[31 Aralık 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'de yürüttüğümüz bazı kısır tartışmaların altında, ortak kavramlara farklı anlamlar yüklememiz yatıyor. Laiklik bunların belki de en önemlisi. Bu ilke için çok zaman “din ve devletin birbirinden ayrılması” diye bir tanım yapılır ve bence bu doğrudur. Dahası bu anlamdaki laiklik, hem din, hem devlet, hem de toplum için iyidir. (Neden öyle olduğu, bir başka yazının konusu olsun.)
Ama bazıları “laiklik”ten ve onu “korumaktan” söz ederken başka bir şeyi kast ediyorlar. Onların aklındaki, sadece devleti değil, aynı zamanda toplumu ve bireyleri de dinden ayırmak.
19 Aralık tarihle Radikal'de yayınlanan Prof. Dr. Yasin Ceylan imzalı ve “AKP, İslam ve modernleşme” başlıklı yazı, bu konuda okuduğum en açık sözlü metinlerden biriydi. ODTÜ felsefe bölümü öğretim üyesi olan Prof. Ceylan, laikliğin aslında “dine alternatif bir dünya görüşü” olmasına rağmen, bu “çarpışma”nın Türkiye'de açıkça yapılmadığından yakınıyordu. Ona göre laikliğin doğru anlamı “sadece din ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılması” değil, “Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçiş”ti. Ve bu yaşam biçiminin tüm topluma yerleşmesi gerekiyordu.
Bu tanımıyla laiklik, toplumun “sekülerize edilmesi”, daha Türkçe söylersek “dinsizleştirilmesi” projesidir. Bunu dobraca ifade ettiği için Sayın Ceylan'ı kutlamak gerek.
Peki ama niçin gerekmektedir böyle bir proje? Verilen cevap, “moderniteye geçiş”tir. Çünkü Ceylan ifadesiyle, modernlik, “transandantal kaynaklara bağlı değişmez dogmalardan kurtulup, kaynağı dünyanın ötesine geçmeyen değişebilen prensiplere geçmektir.”
Aynı yorumu bazı İslamcı yazarlar da yapar. Onlar, elbette, moderniteye karşı çıkarlar. Oysa hem anti-modernist İslamcılar hem de modernist din karşıtları çok önemli bir noktayı atlamaktadır: Tek bir modernite yoktur. Kafalarındaki model, kıta Avrupası ve özellikle de
Fransız tipi modernleşmedir. Bunun dinle çatışarak geliştiği de doğrudur. Ancak Anglo-Saksonların hikayesi tamamen farklıdır. Amerikalı tarihçi Gertrude Himmelfarb'ın ifadesiyle, İngiliz ve Amerikan modernleşmesinde din bir “düşman” değil “müttefik” olarak görülmüştür.
Bu konuda geniş bir literatür vardır. Max Weber'i okursanız dindarlığın iktisadi gelişmeyi nasıl ateşlediğini, Alexis de Tocqueville'i okursanız, Amerikan demokrasisinin din sayesinde nasıl güçlendiğini öğrenirsiniz. Britanya tarihini incelerseniz, bilimsel gelişmelerin ve sosyal reformların ardındaki dini motivasyonları keşfedersiniz. Ama Türkiye'nin sekülerist aydınları, Fransız Aydınlanması'yla tanımlanmış (ve bolca da Marksizm'e bulanmış) dar bir modernlik anlayışına sahip oldukları için, modernleşmek için “dinsizleşmek” gerektiğinde ısrar ederler.
Oysa ne modernleşmek için dinden kopmak gerekir, ne de dinden kopmak modernliği garantiler. “Transandantal kaynaklara bağlı” bir inanç, eğer kendi içinde bir yenilenme (“tecdid”) dinamizmi taşıyorsa, neden “dogmatik” kalacaktır ki? Dahası, “kaynağı dünyanın ötesine geçmeyen prensiplerin” değişime açık olacağı nereden bellidir? Komünizmin kaynakları “bu dünyada” değil miydi? Ve komünizmden daha katı bir dogmatizm gördünüz mü?
O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Bugün Türkiye'de dış politika, ekonomi veya Kürt sorunu açısından kimlerin en dogmatik tavrı gösterdiğine bir bakın. İlhamlarını “gökten ve gaipten” değil, “bu dünyadan”, hem de sadece 70-80 yıl öncesinen alan çevreleri görürsünüz. Beyinleri “seküler”, ama alabildiğine “değişime kapalı”dır.
Çarşamba devam edeceğim, “dinsizleştirme” anlamındaki laikliğin ardındaki yanılgılara. Şimdilik, mutlu yıllar.