Misyonerlerin Hakkını Müslümanlar Savunmalı
[26 Aralık 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye son yıllarda rahip ve misyoner cinayetleriyle anılan bir ülke haline geldi. Trabzon'da, Malatya'da, Mardin'de ve en son da İzmir'de cinayetler, kaçırmalar, katliamlar yaşadık. Bunlar insani yönden büyük birer trajedi olduğu gibi, Türkiye'nin “toplumsal psikolojisi”ne dair de son derece olumsuz birer “işaret fişeği”.
“Bu işin toplumla ne ilgisi var, saldırganlar bir avuç fanatik” demeyin. Saldırganların bir avuç fanatik olduğu doğru, ama bu 18-19 yaşındaki gençleri bu denli kör bir nefretle yetiştiren daha geniş bir kitle ve onları da aşan oldukça yaygın bir “zihniyet” var. Baksanıza, İzmir'deki son olayın “kahramanı”, polise verdiği ifadesinde, rahip Tranchini'yi “şöhret kazanmak için” bıçakladığını söylemiş. Demek ki “rahip bıçaklama”nın çok prim yaptığı çevreler var ülkemizde.
Bu çevrelerin yabancı düşmanlığı ve şiddet tutkusuna dayalı ideolojisine kabaca “faşizm” demek hiç abartılı olmaz. Murat Belge gibi yazarlar bunu epeydir söylüyor ve kanımca haklılar. Ben ise, en çok, bu “faşizm” ile “İslami duyarlılıklar”ın bazen birbirine yakın gibi durmasından rahatsızım. Bu ikisini ayrıştırırsak epey mesafe alırız.
Öncelikle “misyoner nefreti”nin son derece “laik” bir dürtü olabileceğinin altını çizelim. Son yıllarda bu konuda mangalda kül bırakmayanların kim olduklarına bakarsanız, sadece bazı İslamcı figürleri değil, “laiklik elden gidiyor” diye yeri-göğü inletmeye alışık yerli Jakobenleri de görürsünüz. Bu, Jakobenizm'in otoriter “ulus” modelinin tekilliğinden kaynaklanır. Bu anlayışa göre devletin belirlediği ideal bir Türk kimliği vardır ve her vatandaş buna kalıp gibi oturmak zorundadır. Bu ideal Türk, hem “laik” olmalı, yani hayatında dine pek bir yer vermemeli, hem de kültürel düzeyde “Müslüman” kalmalıdır. Ateist veya “dinsiz” olmasında sorun yoktur; ama eğer din değiştirir de Hıristiyan olursa, o zaman, maazallah, “milli kimliği” bozulmaya uğrayabilir.
Kısacası, “bazı Türk gençler Hıristiyanlaştırılıyor” diye ortalığı ayaklandıranların önemli bir kısmı, bunu İslamiyet'in “kara kaşı, kara gözü” için değil, “homojen ulus” tutkusu için yapmaktadır. Bu tutkunun “laikçi” boyutundan fazlasıyla mağdur olmuş bir kesim olan dindar Müslümanların, Hıristiyanlık karşısında gidip de aynı zihniyetin yanında saf tutması hiç doğru olmaz.
Aslında Hıristiyan misyonerlerin hakkını Müslümanların savunması gerekir, çünkü bu bir “din özgürlüğü” meselesidir. Eğer Türkiye'de Hıristiyanlığın anlatılmasına karşıysanız, o zaman ne burada ne de Batı'da İslam'ın “tebliğ edilmesini” savunamazsınız. Bu konuda en doğru açıklamayı Malatya katliamı sonrasında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu yapmıştı. “Misyonerlik endişesi”nin abartıldığını belirten Sayın Bardakoğlu, “elbette bir dinin mensubu kendi dininin kitabını alacak, satacak, dağıtacak” demiş ve eklemişti: “En tabii haklarıdır.”
Elbette hiç bir Müslüman bir dindaşının Hıristiyanlığa veya bir başka dine geçmesini arzu etmez. Ama bu “tehlike” karşısında yapılması gereken, “vurun Hıristiyanlara” demek değil, İslam'ı daha iyi anlatmak ve temsil etmektir. Hem böylesi bir “dinler arası serbest rekabet”, Müslümanlara entellektüel bir dinamizm de katabilir.
Kaldı ki bugünün dünyasında İslam'a zarar veren (ve bazı insanları “İslam'dan çıkmaya” yönelten) etkili bir şey varsa, o da İslam adına uygulanan bağnazlık ve şiddettir. “İslamofobi nereden çıkıyor” diye sorarken, cevabı sadece Avrupalıların önyargılarında değil, aynı zamanda “bizim taraf”taki vahim yanlışlarda aramak lazım.