Halk İçin, Jakobenlere Rağmen
[21 Kasım 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'deki siyasi tartışma ve kamplaşmaların özü, temel bir ayrıma indirgenebilir: Bir tarafta “devlet ideolojisi”ni esas alan ve toplumu buna göre tanzim etmeyi hedefleyenler vardır. Öte yanda ise toplumun gerçekliğini esas alan ve devleti buna göre tanzim etmek isteyenler... Birinci tarafından dayağı “kurumlar”, öteki tarafın dayanağı oy sandıklarıdır.
Bu özetleme, geçen hafta sonu İzmit Kartepe'de toplanan Abant Platformu'nu izlerken aklıma geldi. Yüzden fazla aydının katıldığı toplantının konusu “Yeni Bir Anayasa”ydı. Prof. Dr. Ergun Özbudun ve çalışma arkadaşları, hazırladıkları anayasa taslağını anlattılar. Diğer katılımcılardan bir çok itiraz, eleştiri ve öneri geldi. Ancak iki günlük paneller dizisinin kapanış konuşmasını yapan Prof. Levent Köker'in dediği gibi, herkes tek bir noktada anlaşıyordu: Siyasal rejimin üzerinden “askeri vesayet”in kalkması ve ülkemizin “tam demokrasi”ye kavuşması.
Hemen her toplantısında Türkiye'nin kritik meselelerini masaya yatırarak açılımlar yaratan Abant Platformu, zaten “sivil” bir ortam. Dolayısıyla katılımcılarının böyle düşünmesi de normal. Ancak elbette herkes öyle düşünmüyor. Devlet ideolojisine göre toplumu tanzim etmek isteyenler, yani “Jakobenler”, hala ayaktalar. Yola, “halk için, halka rağmen” diye çıkmışlardı. İşin özü kısa zamanda “seçkinler için, halka rağmen”e dönüştü. Bugün ise sadece halka değil, Avrupa Birliği'ne ve hatta tüm “özgür dünya”ya rağmen ayakta durmaya çalışıyorlar. Ama giderek de zayıflıyorlar.
Türkiye'yi “tam demokrasi”ye taşıyacak özgürlükçü bir anayasa, kuşkusuz Jakobenlerin “sınıf çıkarları”na ve “duygu dünyaları”na yaramayacak. Ama halka çok iyi gelecek. Onun için “halk için, Jakobenlere rağmen” demek ve yılmadan yürümek lazım.
Bu yürüyüşün sancısız, çalkantısız olmayacağı ise açık. Toplumun bir sürü farklı kesimi ve bunların çok farklı talepleri var. En çetrefilli mesele de Kürt sorunu.
Nitekim bu konu, Abant Platformu'ndaki tartışma odaklarının birini oluşturdu. Katılımcı Demokrasi Partisi lideri Şerafettin Elçi ile ben, iki zıt görüşü dile getirdik. Sayın Elçi, yeni Anayasa'nın “Kürt halkı”nı da tanıması, hem de bunu “Kürtlerin coğrafyasını” kabul ederek yapması gerektiğini söyledi. Bunun anlamı, biraz Irak'taki gibi, iki halklı ve iki bölgeli bir “federasyon” kurulması. Oysa orada da söylediğim gibi, bu formül Türkiye için ne gerekli ne de gerçekçi. Irak'taki Arap-Kürt ayrışmasının aksine, Kürt vatandaşlar Türkiye'nin dört yanına dağılmış ve toplum geneline önemli ölçüde entegre olmuş durumdalar. Kendilerini ayrı bir “halk” olarak gören Kürtlerin oranının oldukça düşük olduğu, seçim sonuçlarından açıkça belli oluyor.
Ben, Kürtlerin kendilerini “Türkiye halkı”nın bir parçası olarak görmesi ve liberal demokrasinin getireceği hak ve özgürlükler ile yetinmesi gerektiğini savundum. Müslüman Kürt aydını Altan Tan da, “bu formül bizim için yeterlidir” dedi, yüreğime su serpti. Umarım Sayın Elçi ve diğer “federasyoncular” da ayrı bir “halk” inşa etme hedefinden vazgeçer. Yoksa, “demokrasi gelirse ülke bölünür” diyen Jakobenleri haklı çıkarmaya başlarlar ki, hiç hoş olmaz.