Araplığı Aşağılamak
[19 Kasım 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
“Türklüğü aşağılama”nın kanunla yasaklandığı ülkemizde, Türklük'ten başka kimliklerin aşağılanması adettendir. Her şovenist, kendi meşrebine göre küçümseyip kötüleyecek birilerini bulur. Kimi, Kürtler gibi etnik gruplara, kimi, gayrı-Müslim azınlıklara hakaret eder. Bu ırkçılıklar içinde en yaygın ve özellikle “beyaz Türkler” arasında en revaçta olanı ise, Arap düşmanlığıdır.
Suudî Arabistan Kralı'nın geçen hafta Türkiye'yi ziyaret etmesiyle birlikte bu “Arabofobi” yeniden su yüzüne çıktı. Kral'ın Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan tarafından ağırlanıp taltif edilmesi, pek çok yorumcuyu çileden çıkardı. Suudî misafirden söz ederken “bedevi çadırları”ndan, evsahiplerini iğnelerken “Arapçılık”tan dem vuranlar oldu.
Oysa, bakın, Türkiye'nin diplomasi duayeni İlter Türkmen, Hürriyet'teki yazısında Kral'a gösterilen ilginin gayet normal ve dahası gerekli olduğunu yazıyor. “Suudî Arabistan Kralı'na her yerde şu veya bu şekilde özel itina gösteriliyor, çünkü Suudî Arabistan Ortadoğu dengelerinde ağırlığı olan bir ülke, petrol zengini... ve Suudî sermayesini cezbetmek çok kârlı” diyor. Emekli büyükelçiye göre, “iş bu kadar basit.”
İşin basit olmayan yönü ise Arap görünce çileden çıkan Türk yorumcular. Türkmen bu durumu “bizde garip bir Suudî fobisi var” diye özetlemiş.
Bu alerjinin kısmen haklı sebepleri olabilir: Suudî Arabistan, bağnaz ve katı bir rejime sahip, kadınlarını ezen, demokrasiden tümüyle uzak bir ülke. Buraya kadar tamam. Ama ortada bunu fazlasıyla aşan bir nefret var. “Arabofobik” Türkler, Arapların diline, alfabesine, giyimine, kültürüne, sermayesine, kısaca her şeyine düşmanlar.
Bu nefretin altında bazı “beyaz Türk efsaneleri” yatar. Biri, Türklerin İslam'dan önce ileri bir kültür ve medeniyete sahip oldukları, ancak İslam'la birlikte “Araplaşıp” geriledikleri masalıdır. Bu bir masaldır, çünkü gerçek bunun tam aksidir. Aslında İslam öncesinde savaşçı ve göçebe bir kavim olan Türkler, sanat, edebiyat, mimari, felsefe, bilim gibi medeniyet unsurlarıyla İslam uygarlığı sayesinde tanışmıştır. Türklerin “altın çağı”nın başlangıcı, Müslümanlığı kabul etmeleri (ve “Araplaşmaları”) ile eşzamanlıdır.
Böyle olması da kaçınılmazdı, çünkü Ortaçağ'da Müslüman Araplar dünyanın ileri milletiydi. Bugün New York ve Londra neyse, o zaman Bağdat ve Kordoba oydu. Avrupa'da felsefe ve bilim okumak isteyenler, önce Arapça öğrenirdi.
Kuşkusuz bu durum zamanla değişti. Araplar 13. yüzyıldan sonra yerlerinde sayarken, İslam dünyasının liderliği Türklere, özellikle de Osmanlı Devleti'ne geçti. Avrupa'nın 16. yüzyıldan sonraki ilerleyişi de, tüm Doğu'yu geride bıraktı.
Osmanlı mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti bugün kuşkusuz Arap ülkelerinin tümünden çok daha gelişmiş durumda. Ama bu, Arapların bize olan katkısını unutmayı gerektirmiyor. Hele de onlara düşman olmayı...
Bu düşmanlığı besleyen bir diğer “beyaz Türk efsanesi” olan “Araplar bizi I. Dünya Savaşı'nda arkadan vurdu” klişesinin de doğru olmadığını belirteyim. Bu işi yapan, Mekke Şerifi Hüseyin ve onunla birlikte hareket eden bir kaç kabiledir, tüm Araplar değil. Öte yanda çoğu Arap, sonuna dek Osmanlı'ya sadık kalmıştır.
“Araplığı aşağılarken” aslında kendi kültürüne ve geleneğine savaş açan Türklere duyurulur.