Kürt Sorununda Yanıldınız. Ya ‘İrtica'?
[12 Kasım 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli orgeneral Aytaç Yalman'ın gazeteci Fikret Bila'ya verdiği röportaj sırasında Kürt meselesinde yaptığı öz eleştiri, geçen haftalarda çok konuşuldu. Konuşulması da yerindeydi, çünkü ordunun en üst kademelerinde görev yapmış bir subayın, onyıllar boyunca inatla sürdürülmüş bir “devlet politikası”nın yanlış olduğunu açıklaması, az şey değildi.
Yalman Paşa'nın dediklerini hatırlayalım. Emekli Orgeneral, “aslında Türkiye'nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi" dedi. Kürt dilinin ve kimliğinin yasak edildiği onyılları “o dönemde sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz” diyerek eleştirdi. Kürt vatandaşların “kendini ifade ihtiyacı”nın engellenmesinin, “'dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak” gibi meşru taleplerinin bastırılmasınının sorunu kangrenleştirdiğini söyledi.
Bunları duymak kuşkusuz güzel. Umulur ki bu gibi öz eleştiriler sadece emekli değil muvazzaf askerlerin ve bürokratların da dilinden duyulur veya en azından zihinlerinde yer eder. Ve bundan sonra Kürt vatandaşlara daha kucaklayıcı ve saygılı davranılmasına yol açar. PKK'yı besleyen etnik milliyetçi tepki, ancak o sayede marjinalleşecek ve etkisini yitirecektir.
Ancak hazır öz eleştirinin kapısını aralamışken biraz daha açılmakta fayda var. Öyle değil mi; eğer belirli bir zihniyetin sizi A konusunda yanılgıya sürüklediğini görüyorsanız, “acaba B konusunda da benzer bir hataya düşüyor olabilir miyiz” diye sormanız gerekmez mi?
Dolayısıyla hemen gelelim B konusuna: Cumhuriyetimizin “bölücülük” ile birlikte iki büyük belasından biri olarak tarif edilen, hele son yıllarda dillerden hiç düşmeyen “irtica”ya. Acaba burada da Orgeneral Yalman'ın ifade ettiği türden hatalı bir devlet zihniyeti olabilir mi? Acaba burada da sorun “sosyal isteklerin” devlet tarafından yasaklanmasından mı doğuyor? Örneğin dindar bir genç kızın üniversitede başörtüyle okumak istemesi, mütedeyyin insanların cemaatler ve tarikatlar kurması, aynen “'dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek” gibi meşru talepler değil mi?
Ülkemizdeki koyu “laikçiler”in bu gibi sorular üzerine hemen çıkıp “evet, hata etmişiz” demelerini beklemek safça olur. Ama kendi aralarında sohbet ettiklerinde, hatta tek başlarına kalıp ellerini vicdanlarına koyduklarında, şöyle bir oturup düşünseler, “Kürtlüğü bastırmakla yaptığımız hatayı dindarlığı bastırarak da yapıyor muyuz” diye sorsalar, ne iyi ederler.
Kaldı ki dindarlık üzerindeki baskının yanlışlığı, öteki meseledekinden daha da barizdir. Çünkü “Kürt sorunu” dediğimizde, işin içine devlet baskısına duyulan tepki ve meşru özgürlük talebi kadar, hiç bir özgürlükle tatmin olmayacak, son tahlilde ille de “bağımsızlık” isteyecek koyu bir etnik milliyetçilik de giriyor. PKK terörü, bu etnik milliyetçiliğin ne kadar fanatik ve “gözü dönmüş” olduğunun kanıtı.
Oysa “irtica” cephesinde ortada ne silah var, ne bıçak. O yüzden kendisi de hayli abartılı bir hikaye olan “Kubilay Olayı”nı bozuk plak gibi 70 yıldır dinliyoruz. Kürt sorununda PKK adlı gerçek bir “öcü” mevcut, ama “irtica” bahsinde sadece paranoya var. Bir de üniversite okumak isteyen isteyen türbanlı hanımlar, misvak kullanıp mes giyen hacı amcalar, zikir çekip namaz kılan tarikatlar...
Laiklik, bu insanların haklarını ve özgürlüklerini ellerinden alan despot bir ilke olarak yorumlandığı sürece, “irtica tehdidi” bitmeyecektir. Vatandaşlarınızı oldukları gibi kabul etmezseniz, onlar niye sizi kabul etsin?
Umarım bu konuda da öz eleştiriler duymak için bir 70 yıl daha beklememiz gerekmez...